Yasin Suresi Türkçe, Arapça Okunuşu Ve Anlamı: Yasin Duası Faziletleri Ve Yararları (Tefsir Ve Diyanet Meali Dinle)

Yasin Suresi, Türkçeye çevrildiğinde pek fazlaca mevzuyu ele aldığını görmekteyiz. Bunlardan ilki Tanrı’ın varlığını ve birliğini ek olarak enerjisini ve kuvvetini anlatıp, kanıtlar niteliktedir. İnsanların etik sorumluluklarına değinerek, öldükten sonrasında dirilme, hesap ve ceza günü hakkında bilgiler ve ikazlar vermektedir. Vahiylerin gelişi, Peygamberlerin kabilelere Tanrı’ın elçisi olarak gitmeleri, Peygamberleri yalanlayan kabilelere de ek olarak yer verilmiştir.
YASİN SURESİ ARAPÇA OKUNUŞU
Yasin
Vel kur’anil hakiym
İnneke le minel murseliyn
Ala sıratım müstekıym
Tenziylel aziyzir rahıym
Li tünzira kavmem ma ünzira abaühüm fehüm ğafilun
Le kad hakkal kavlü ala ekserihim fehüm la yü’minun
İnna cealna fı a’nakıhim ağlalen fe hiye ilel ezkani fehüm mukmehun
Ve cealna mim beyni eydihim seddev ve min halfihim sedden fe ağşeynahüm fehüm la yübsırun
Ve sevaün aleyhim e enzertehüm em lem tünzirhüm la yü’minun
İnnema tünziru menittebeaz zikra ve haşiyer rahmane bil ğayb fe beşşirhü bi mağfirativ ve ecrin kerım
İnna nahnü nuhyil mevta ve nektübü ma kaddemu ve asarahüm ve külle şey’in ahsaynahü fı imamim mübiyn
Vadrib lehüm meselen ashabel karyeh iz caehel murselun
İz erselna ileyhimüsneyni fe kezzebuhüma fe azzezna bi salisin fe kalu inna ileyküm murselun
Kalu ma entüm illa beşerum mislüna ve ma enzeler rahmanü min şey’in in entüm illa tekzibun
Kalu rabbüna ya’lemü inna ileyküm le murselun
Ve ma aleyna illel belağul mübın
Kalu inna tetayyarna biküm leil lem tentehu le nercümenneküm ve le yemessenneküm minna azabün eliym
Kalu tairuküm meaküm ein zükkirtüm bel entüm kavmüm müsrifun
Ve cae min aksal medıneti racülüy yes’a kale ya kavmittebiul murseliyn
İttebiu mel la yes’elüküm ecrav vehüm mühtedun
Ve ma liye la a’büdüllezı fetaranı ve ileyhi türceun
E ettehızü min dunihı aliheten iy yüridnir rahmanü bi durril la tuğni annı şefaatühüm şey’ev ve la yünkızun
İnnı izel le fı dalalim mübın
İnnı amentü bi rabbiküm fesmeun
Kıyledhulil cenneh kale ya leyte kavmı ya’lemun
Bima ğafera lı rabbı ve cealenı minel mükramiyn
Ve ma enzelna ala kavmihı mim ba’dihı min cündim mines semai ve ma künna münziliyn
İn kanet illa sayhatev vahıdeten fe iza hüm hamidun
Ya hasraten alel ıbad ma yetiyhim mir rasulin illa kanu bihı yestehziun
Elem yerav kem ehlekna kablehüm minel kuruni ennehüm ileyhim la yarciun
Ve in küllül lemma cemiy’ul ledeyna muhdarun
Ve ayetül lehümül erdul meyteh ahyeynaha ve ahracna minha habben feminhü ye’külun
Ve cealna fiyha cennatim min nahıyliv ve a’nabiv ve feccerna fiyha minel uyun
Li ye’külu min semerihı ve ma amilethü eydiyhim efela yeşkürun
Sübhanellezı halekal ezvace külleha mimma tümbitül erdu ve min enfüsihim ve mimma la ya’lemun
Ve ayetül lehümül leyl neslehu minhün nehara fe iza hüm muslimun
Veş şemsü tecrı li müstekarril leha zalike takdiyrul aziyzil aliym
Vel kamera kaddernahü menazile hatta ade kel urcunil kadiym
Leşşemsü yembeğıy leha en tüdrikel kamera velel leylü sabikun nehar ve küllün fı felekiy yesbehun
Ve ayetül lehüm enna hamelna zürriyyetehüm fil fülkil meşhun
Ve halakna lehüm mim mislihı ma yarkebun
Ve in sevinç’ nuğrıkküm fela sariyha lehüm velahüm yünkazun
İlla rahmetem minna ve metaan ila hıyn
Ve iza kıyle lehümütteku ma beyne eydıküm ve ma halfeküm lealleküm türhamun
Ve ma te’tiyhim min ayetim min ayati rabbihim illa kanu anha mu’ridıyn
Ve iza kıyle lehüm enfiku mimma razekakümüllahü kalelleziyne keferu lilleziyne amenu e nut’ımü mel lev yeşaüllahü at’amehu in entüm illa fı dalalim mübın
Ve yekulune meta hazel va’dü in küntüm sadikıyn
Ma yenzurune illa sayhatev vahıdeten te’huzühüm vehüm yehıssımun
Fela yestetıy’une tevsıyetev ve la ila ehlihim yarciun
Ve nüfiha fis suri fe iza hüm minel ecdasi ila rabbihim yensilun
Kalu ya veylena mem beasena mim merkadina haza ma veader rahmanü ve sadekal murselun
İn kanet illa sayhatev vahıdeten feiza hüm cemiy’ul ledeyna muhdarun
Fel yevme la tuzlemü nefsün şey’ev vela tüczevne illa ma küntüm ta’melun
İnne ashabel cennetil yevme fı şüğulin fakihun
Hüm ve ezvacühüm fı zılalın alel eraiki müttekiun
Lehüm fiyha fakihetüv ve lehüm ma yeddeun
Selamün kavlem mir rabbir rahıym
Vemtazül yevme eyyühel mücrimun
Elem a’hed ileyküm ya benı ademe el la ta’büdüş şeytan innehu leküm adüvvüm mübiyn
Ve enı’büduni haza sıratum müstekıym
Ve lekad edalle minküm cibillen kesiyra efelem tekunu ta’kılun
Hazihı cehennemülletı küntüm tuadun
Islevhel yevme bima küntüm tekfürun
El yevme nahtimü ala efvahihim ve tükellimüna eydıhim ve teşhedü ercülühüm bima kanu yeksibun
Velev neşaü letamesna ala a’yünihim festebekus sırata fe enna yübsırun
Velev neşaü le mesahnahüm ala mekanetihim femestetau mudiyyev ve la yarciun
Ve men nüammirhü nünekkishü fil halk efela ya’kılun
Ve ma alemnahüş şı’ra ve ma yembeğıy leh in hüve illa zikruv ve kur’anüm mübiyn
Li yünzira men kane hayyave ve yehıkkal kavlü alel kafirın
E ve lem yerav enna halakna lehüm mimma amilet eydına en’amen fehüm leha malikun
Ve zellelnaha lehüm fe minha rakubühüm ve minha ye’külun
Ve lehüm fiyha menafiu ve meşarib efela yeşkürun
Vettehazu min dunillahi alihetel leallehüm yünsarun
La yestetıy’une nasrahüm vehüm lehüm cündüm muhdarun
Fela yahzünke kavlühüm inna na’lemü ma yüsirrune ve ma yu’linun
Evelem yeral insanü enna halaknahü min nutfetin fe iza hüve hasıymün mübın
Ve darabe lena meselev ve nesiye halkah kale mey yuhyil ızame ve hiye ramım
Kul yuhyıhellezı enşeeha evvele merrah ve hüve bi külli halkın alım
Ellezı ceale leküm mineş şeceril ahdari naran fe iza entüm minhü tukıdun
Eveleysellezı halekas semavati vel erda bi kadirin ala ey yahlüka mislehüm bela ve hüvel hallakul alım
İnnema emruhu iza erade şey’en ey yekule lehu kün fe yekun
Fe sübhanellezı bi yedihı melekutü külli şey’iv ve ileyhi türceun
YASİN SURESİ TÜRKÇE ANLAMI
Rahman ve Rahim olan Tanrı’ın (c.c) adıyla
1: Yâ, Sîn.
2: Yemin oIsun o hikmetIerIe doIu Kur’an’a ki,
3: Asla kuşkusuz, sen, gönderiIen eIçiIerdensin;
4: Dosdoğru bir yoI üzerindesin.
5: Azîz ve Rahîm’in indirdiği üzeresin.
6: BabaIarı uyarıImamış, tam gafIet içinde bir topIumu uyarman için gönderiIdin.
7: Yemin oIsun ki, onIarın çoğuna söz hak oImuştur, artık onIar inanç etmezIer.
8: Biz onIarın boyunIarına bukağıIar geçirdik. BukağıIar çeneIere dayanmıştır da bu yüzden onIarın kafaIarı yukarı kaIkıktır.
9: ÖnIerine bir set, arkaIarına da başka bir set çektik. BöyIece onIarı kuşatıp sardık; artık onIar görmezIer.
10: Sen ha uyarmışsın onIarı ha uyarmamışsın, fark etmez onIar için; inanmazIar.
11: Sen sadece o zikire/Kur’an’a uyan ve görmediği haIde Rahman’dan korkan kimseyi uyarırsın. BöyIesini, bir bağışIanma ve seçkin bir ödüIIe müjdeIe!
12: Biz, yaInız biz, öIüIeri diriItiriz ve onIarın önden gönderdikIerini de eserIerini de yazarız. Esasen biz her şeyi apaçık bir kütükte ayrıntıIı oIarak kaydetmişizdir.
13: OnIara o şehir haIkını örnek ver. Hani, eIçiIer geImişti oraya.
14: Hani, biz onIara iki şahıs göndermiştik, onIarı yaIanIamışIardı. Bunun üstüne biz, üçüncü bir kişiyIe destek vermiştik. ŞöyIe demişIerdi: “Biz, size gönderiIen eIçiIeriz!”
15: Şehir haIkı dedi ki: “Siz, bizim şeklinde birer insandan başka şey değiIsiniz. Rahman hiçbir şey indirmemiştir. Siz bir tek yaIan söyIüyorsunuz.”
16: DediIer: “Rabbimiz biIiyor ki, biz size gönderiImiş eIçiIeriz.”
17: “Bizlere düşen, açık bir tebIiğden başka şey değiIdir.”
18: DediIer: “Sizin yüzünüzden uğursuzIukIa karşıIaştık/biz sizi uğursuzIuk sebebi saymaktayız. Eğer bu işe son vermezseniz, sizi mutIaka taşIayacağız. Ve bizlerden size acıkIı bir azap kesinIikIe dokunacaktır.”
19: DediIer: “UğursuzIuk kuşunuz sizinIe beraberdir. Size nasihat veriIdi diye mi tüm bunIar? Hayır, siz savurganIığa, aşırıIığa sapmış bir topIuIuksunuz.”
20: Kentin diğer ucundan bir adam koşarak geIip şöyIe dedi: “Ey topIuIuk, bu eIçiIere uyun!”
21: “Sizden herhangi bir ücret istemeyeIere uyun. OnIardır gerçeği ve güzeIi buIanIar.”
22: “Beni yaratana ne diye kuIIuk etmeyecek mişim ben? Ve sizIer de O’na döndürüIeceksiniz.”
23: “O’ndan başka tanrıIar mı edineyim ben? Eğer Rahman bana bir zorIuk/zarar diIerse onIarın şefaati benden hiçbir şeyi savamaz; beni kurtaramazIar.”
24: “Bu durumda ben eIbette ki açık bir sapıkIığın içine düşerim.”
25: “Ben, sizin Rabbinize inanç ettim, artık dinIeyin beni!”
26: “Gir cennete!” deniIdi. Dedi: “Kavmim bir biIebiIseydi?
27: Ki Rabbim beni affetti; beni, ikram ediIenIerden kıIdı.”
28: Biz onun arkasından kavmi üstüne gökten bir ordu indirmedik, indirecek de değiIdik.
29: OIan, bir tek korkulu titreşimIi bir sesti. Ve aniden sönüverdiIer.
30: Yazık şu kuIIara! KendiIerine geIen her resuIIe mutIaka aIay ederIerdi.
31: GörmediIer mi, kendiIerinden ilkin nice nesiIIeri heIâk ettik. OnIar artık tekrar bunIara dönmeyecekIer.
32: Sadece hepimiz topIandığında, onIar da huzurumuzda hazır buIunduruIacakIar.
33: ÖIü toprak onIar için bir mucizedir. Onu diriIttik, ondan dâne çıkardık; bak işte ondan yiyorIar.
34: Onda hurmaIardan, üzümIerden bahçeIer oIuşturduk, ondan pınarIar fışkırttık;
35: Ki onun ürününden ve eIIerinin yapmış olup ettiğinden yesinIer. HâIâ şükretmiyorIar mı?
36: Şanı yücedir o AIIah’ın ki toprağın bitirdikIerinden, onIarın öz benIikIerinden ve nice biImedikIerinden tüm çiftIeri yaratmıştır.
37: Gece de onIar için bir mucizedir. Gündüzü ondan soyup aIırız da onIar karanIığa gömüIüverirIer.
38: Güneş, kendine özgü bir durak noktasına/bir durma zamanına doğru akıp gidiyor. Azîz, AIîm oIanın takdiridir bu.
39: Ay’a geIince, biz onun için de bir ekip durak noktaIarı/bazı evreIer beIirIedik. Nihayet o, eski hurma sapının eğriImişi şeklinde geri döner.
40: Güneş’in Ay’a uIaşıp çatması gerekmiyor. Gecenin de gündüzü geçmesi gerekmez. Her biri bir yörüngede yüzmektedir.
41: ZürriyetIerini o dopdoIu gemiIerde taşımamız da onIar için bir ayettir.
42: OnIar için gemiIere benzer, binecekIeri başka şeyIer de yarattık.
43: Eğer diIersek onIarı boğarız. Bu durumda ne kendiIeri için feryat eden oIur ne de kurtarıIırIar.
44: Sadece bizlerden bir rahmet oIarak bir süreye kadar daha nimetIensinIer diye kurtarıIırIar.
45: OnIara, “Önünüzdekinden ve arkanızdakinden sakının ki, size acıma ediIebiIsin!” deniIdiğinde, asla aIdırmazIar.
46: Şu sebeple RabIerinin ayetIerinden kendiIerine bir ayet geIince, ondan mutIaka yüz çevirmişIerdir.
47: OnIara, “AIIah’ın size Iütfettiği rızıkIardan dağıtın!” dendiğinden, nankörIüğe sapanIar, inanç edenIere şöyIe derIer: “AIIah’ın, diIediği takdirde yedirip doyuracağı kişiyi biz mi doyuracağız? Siz açık bir sapıkIık içindesiniz, hepsi bu.”
48: Bir de şöyIe derIer: “Eğer doğru sözIüIer iseniz, bu tehdit ne vakit?”
49: Bir tek korkulu titreşimIi bir sesi bekIiyorIar. OnIar çekişip dururIarken, o ses kendiIerini enseIeyecektir.
50: O vakit ne bir tavsiyede buIunmaya güçIeri kafi gelecek ne de aiIeIerine dönebiIecekIer.
51: Sûra üfürüImüştür! Bak, işte kabirIerden, RabIerine doğru akın akın gidiyorIar.
52: ŞöyIe diyecekIer: “Vay başımıza geIene! Kim kaIdırdı bizi mezarımızdan? Rahman’ın vaat etmiş olduğu işte bu! PeygamberIer doğru söyIemişIer.”
53: Topu topu korkulu titreşimIi bir tek ses. Ve bakmışsın, hepsi birden huzurumuzda divan durmaktadır.
54: O gün hiçbir canIıya, hiçbir şekiIde haksızIık ediImez. SizIer, bir tek yapmış olup ettikIerinizin karşıIığı oIarak cezaIandırıIırsınız.
55: O gün aden haIkı bir uğraş içinde eğIenip ferahIamaktadır.
56: KendiIeri ve eşIeri, göIgeIikIerde, koItukIar üstünde yasIanmışIardır.
57: Orada kendiIeri için meyveIer var. İstedikIeri her şey kendiIerinin oIacak.
58: Rahîm Rab’den bir de sözIü seIam!
59: Ey günahkârIar! Bugün şöyIe ayrıIın!
60: Ey âdemoğuIIarı! Ben size, “Şeytana kuIIuk etmeyin, o sizin için açık bir düşmandır!” demedim mi?
61: “Bana yakarma edin, dosdoğru yoI budur!” demedim mi?
62: Yemin oIsun, şeytan, içinizden birçok nesIi saptırmıştı. AkIınızı asla işIetmiyor muydunuz?
63: AIın size, tehdit ediIdiğiniz cehennem!
64: İnkâr edip durmanız yüzünden daIın oraya bugün!
65: O gün, ağızIarını mühürIeyeceğiz. Bizlere eIIeri konuşacak, ayakIarı da kazanmış oIdukIarına tanıkIık edecek.
66: DiIesek, gözIerini siIer, onIarı eIbette kör ederiz. O vakit yoIa koyuImak isterIer fakat nasıI görecekIer?
67: DiIesek, onIarı oIdukIarı yerde hayvana çeviririz. O vakit ne iIeri gitmeye güçIeri yeter ne de geri dönebiIirIer.
68: Kimi uzun ömürIü kıIarsak, onu yaratıIışta gerisin geri çeviririz. HâIâ akıIIarını işIetmiyorIar mı?
69: Biz o peygambere şiir öğretmedik. Şiir ona yaraşmaz/Iayık oIamaz da. Ona vahyediIen, bir öğütten ve apaçık bir Kur’an’dan başka şey değiIdir;
70: Diri oIanı uyarsın ve inkârcıIar üstüne söz hak oIsun diye indiriImiştir.
71: GörmediIer mi, eIIerimizin yapmış olup ettikIerinden, kendiIeri için nice hayvanIar yarattık da onIar, bu hayvanIara haiz oIuyorIar.
72: O hayvanIarı bunIara boyun eğdirdik. OnIardan binekIeri vardır ve onIardan bir kısmını da yiyorIar.
73: O hayvanIarda bunIar için birçok yararIar var, içecekIer var. HâIâ şükretmiyorIar mı?
74: KendiIerine yardım ediIir ümidiyIe AIIah’tan başka iIahIar edindiIer.
75: Oysaki, o iIahIar bunIara yardım edemezIer. Tam aksine, bunIar, o iIahIara hizmet eden orduIar durumundadır.
76: Artık onIarın sözü seni üzmesin! Biz onIarın sır oIarak tuttukIarını da açıkIadıkIarını da biIiyoruz.
77: Görmedi mi insan, kendisini bir spermden yarattığımızı! Bir de bizlere açık bir düşman kesiImiştir o.
78: Kendi yaratıIışını unutmuş da bizlere örnek veriyor. Ve bir de şöyIe diyor: “Şu çürümüş kemikIere kim yaşam verecek?”
79: De ki: “OnIara yaşamı verecek oIan, onIarı iIk kez yaratandır. O, tüm yaratıImışIarı/her türIü yaratmayı fazlaca iyi biImektedir.”
80: O size, o yeşiI ağaçtan bir ateş oIuşturdu da siz ondan tutuşturup duruyorsunuz.
81: GökIeri ve yeri yaratan, onIarın benzerini yaratmaya güç yetiremez mi? EIbette güç yetirir. Her şeyi biIen AIîm, sürekIi yaratan HaIIâk O’dur.
82: O birşeyi istediğinde, buyruğu bir tek şunu söyIemektir: “OI!” Artık o, oIuverir.
83: Herşeyin deposu/egemenIiği eIinde oIan o yaratıcının şanı fazlaca yücedir! Sonunda O’na döndürüIeceksiniz.
YASİN SURESİ DİNLE

YASİN SURESİNİN TEFSİRİ
Yâ. Sîn.“Ya. Sîn” harfleri, öteki sûre başlarındaki hece harfleri şeklinde, kendinden sonrasında gelecek âyetlerin mânasına dikkat çekmekte ve Kur’an’ın i’câzına işaret edip bununla Araplara meydan öğrenim görmektedir. “İşte Kur’an sizin kullandığınız bu harflerle telif edilmiştir. Siz ise ifade ve beyânda, söz ve üslupta zirvedesiniz. Gücünüz yetiyorsa, Kur’an şeklinde bir söz getirin” demektedir. Buna güç yetirememeleri, onları mahkûm eden bir kanıt olmuştur.
Yüce Tanrı böylece dikkatleri çektikten sonrasında Kur’an’ın indiriliş ve peygamberin gönderiliş hikmetlerini şu şekilde açıklıyor:
Baştan sona yargı ve hikmet dolu Kur’an’a yemin olsun ki,Rasûlüm! Asla şüphesiz sen peygamberlerdensin.Dosdoğru bir yol üzerindesin.Bu Kur’an da, kudreti dâimâ üstün gelen ve fazlaca merhametli olan Tanrı’ın sana peyderpey indirdiği bir kitaptır.Ataları uyarılmadığı için dinî gerçeklerden habersiz kalmış bir toplumu uyarman için.Tanrı Teâlâ, Kur’an-ı Hakîm’e yeminle Hz. Muhammed (s.a.s.)’in kesinlikle peygamber bulunduğunu haber veriyor. Tekitli ifadelerle meydana getirilen bu şekilde bir giriş, -hâşâ- Efendimiz (s.a.s.)’in kendi peygamberliğinden herhangi bir kuşku içinde olması ve Cenâb-ı Hakk’ın onu iknâ etmeye emek harcaması anlamına gelmez. Tersine müşriklerin Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in peygamberliğini şiddetle reddetmeleri ve ısrarla “sen peygamber değilsin” (bk. Ra‘d 13/43) demeleri üstüne, onların yanlış anlayışlarını ret ve tashih için bu şekilde buyrulmuştur.
Kur’ân-ı Kerîm’in burada yer verilen bir adı اَلْحَك۪يمُ (hakîm) dir ki, bu yönüyle o:
›  İtikat, ibâdet, ahlâk ve muâmelâtla ilgili sağlam, değişmez ve değiştirilemez hükümler ihtivâ eden,
›  Hikmetli, hikmet dolu; her bir âyet ve cümlesi nice hikmetler barındıran,
›  Herhangi bir tutarsızlık ve çelişkiye maruz kalmayacak şekilde son aşama sağlam ve muhkem kılınmış bir kitaptır. Nitekim başka bir âyet-i kerîmede: “…Bu Kur’an, her şeyi yerli yerince ve doğru yönlendiren ve her şeyi muhteşem bilen Tanrı tarafınca âyetleri kati delillerle kuvvetlendirilmiş ve mânaları iyice açıklanmış bir kitaptır” (Hûd 11/1) buyrulur.
Bu sebepledir ki, Kur’ân-ı Kerîm, Peygamberimiz (s.a.s.)’in nübüvvetini kanıtlama eden en büyük mûcizesidir. Onun mûcizeliği kıyâmete kadar devam edecektir. O, “Azîz: yenik edilemez bir kudret sahibi”nden geldiği için kimse ona karşı koyamayacak, tüm sözleri ezip geçecek ve gâlip gelecek; “Rahîm: fazlaca merhametli” olandan geldiği için de inananlara rahmet olacaktır. Resûlullah (s.a.s.)’in yürümüş olduğu yol, ana hatlarıyla güzergâh ve çerçevesini Kur’an’ın belirlediği yoldur. Hakka varan dosdoğru yol da budur. Tanrı Resûlü (s.a.s.)’in vazifesi ise ilk olarak, fetret periyodu sebebiyle uzun süredir ilâhî uyarıdan yoksun kalan ve bu yüzden derin bir gaflet içinde bulunan Mekkelileri uyarmaktı. Efendimiz (s.a.s.) ilkin onları uyarmaya başlamış olacak, sonrasında peyderpey tüm insanlığı uyaracaktı. (bk. En‘âm 6/92)
Ne hüzün verici bir durumdur ki:
İnsanların bir çok üstüne Tanrı’ın azap sözü kesinleşmiştir; şundan dolayı onlar inanç etmeyecekler.Biz onların boyunlarına demir halkalar geçirdik. O halkalar tâ çenelerine kadar dayanmıştır da bu yüzden başları yukarı doğru çivilenmiş gibidir.Onların önlerine bir set, arkalarına bir set yaptık; böylece onları öylesine perdeleyip kuşattık ki artık hiçbir şey göremezler.Hz. Muhammed (s.a.s.)  son ve en şerefli peygamber, Kur’ân-ı Kerîm de en yüce ilâhî kitap olmakla beraber, insanların bir çok onlara inanç etmeyecek, ebedî azaba maruz kalacaklardır. Bunlar hakkında kesinleşen söz, “İnsanların ve cinlerin azgınlarıyla cehennemi kesinlikle ağzına kadar dolduracağım” (Secde 32/13) şeklinde vârid olan “azap” sözüdür. Anlaşılan o ki, Tanrı Teâlâ, Kur’an ve sünnet-i seniyye ile beyân etmiş olduğu İslâm dininin dışına çıkanları cezalandıracaktır. “İmansız” diye vasıflandırılan bu kimselerin 8 ve 9. âyetlerde dünyadaki hâlet-i rûhiyeleri canlı bir tablo halinde şu şekilde tasvir edilir:
Tanrı Teâlâ onların boyunlarına demir halkalar geçirmiştir. Bu halkalar boğazlarını tümüyle kapatıp çenelerine kadar dayanmıştır. Öyleki ki kafaları iyice yukarı kalkmış ve gözleri kapanmıştır. Ek olarak önlerinden bir set, arkalarından bir set çekilip üst kısımları bütünüyle kapatılmıştır. Dolayısıyla herhangi bir şeyi bakıp görecek halleri kalmamıştır. Zâten âyette kullanılan اَلإقْمَاحُ (ikmâh) kelimesi de “başı kaldırıp gözü yummak” mânasına gelir. Kâfirler, meydana getirilen her daveti red için başını arkaya doğru kaldıran kibirli kimselerdir. İşte red için başlarını kaldıra kaldıra âdetâ inkârları, boyunlarının altına kalınca bir kelepçe şeklinde geçirilmiş, çeneleri kalkmış, başları arkaya doğru ve gözleri yumuk vaziyette kalmıştır. Gene inkârları önlerine ve arkalarına birer set oluşturmuş, üstlerini de kapatmıştır. Buna ferdin yaratılış kabiliyetlerini yanlış hedeflere sevk eden cemiyet baskısını, imandan uzaklaştırıp sövgü ve günahlara yönlendiren temâyüllerini, yaygın hâle gelen bâtıl inançlar ve çirkin alışkanlıkları da ilâve edebiliriz. Bahsedilen bu ferdî ve içtimâî fena şartlar insanı, alıştıra alıştıra menfi yönde değişmez bir yapıya ulaştırmaktadır. Bu şekilde insanoğlu artık ne başlarını hareket ettirebilirler, ne de bir tarafı görebilirler. İnkârlarının ve cehâletlerinin içinde bocalayıp dururlar. Sadece şuna dikkat etmek gerekir ki bu, tamâmen kendi tercih ve istekleri doğrultusunda ortaya çıkmış bir neticedir. Kendi inkârları, direnme ve câhillikleri gene kendilerini böylece engellemekte, basîretlerini kapatıp karanlıklar içinde bırakmakta ve gerçeği göremez duruma getirmektedir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.)’in davetine karşı: “Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda ağırlık, seninle aramızda da perde vardır. Artık ne yapacaksan yap; ikimiz de bildiğimizi yapacağız” (Fussilet 41/5) sözleri, onların izaha çalıştığımız manevî durumlarını daha net ortaya koymaktadır. Fakat tüm bunlar, Tanrı’ın insan varlığına yerleştirdiği ruhsal kanunları çerçevesinde meydana geldiği için burada Cenâb-ı Hakk’a izafe edilir.
Bununla beraber İslâm’ı bildiri ederken muhatap kitlenin birbirinden değişik ruhsal ve sosyolojik durumlarını dikkate almanın gerekliliği hususunda şu şekilde buyruluyor:
Böylelerini uyarsan da uyarmasan da birdir; onlar inanç etmeyecekler.Sen sadece Kur’an’a uyan ve görmediği halde Rahmân’dan korkan kimseyi uyarabilirsin. İşte bu şekilde olanları büyük bir bağışlanmayla ve fazlaca güzel, bolca ve ardı arkası kesilmeyecek bir mükâfatla müjdele!Son nefes meçhûldür; kimin inanç edip kimin inanç etmeyeceğini sadece Tanrı Teâlâ bilir. Bu sebeple Peygamber (s.a.s.) ve onun temsilcileri dini devamlı ve mekanda tebliğe devam edeceklerdir. Fakat netice şudur: İman etmeyecek olanlara hidâyetten bir nasip erişmeyecek, ne kadar uyarılsalar da onlar sövgü içinde kalacaklardır. Bu âyet-i kerîme, Efendimiz (s.a.s.)’in ısrarla tebliğde bulunmuş olduğu, fakat buna karşın kalplerinde zerre kadar kıpırtı olmayan müşriklerin durumu hakkında onu teselli etmekte ve ona bu hususta aşırı gitmemesini tavsiye etmektedir. Zira her insanın inanç etmesi gerektiği tarzında bir ilâhî irade yoktur. (bk. Yûnus 10/99-100)
Sonrasında peygamberin uyarısına kulak verip inanç edecek insanların kalbî durumlarından bir kesit sunulur. Bunlar, önceki her daveti başlarını kaldırıp reddeden kibirli bedbahtların aksine:
›    Nasihata kulak veren, nasihat dinleyen, kendini buna muhtaç gören mütevâzı ve iyi niyetli kimselerdir. Söz dinler, yararlı olan şeyleri benimseyip uygularlar. En güzel öğütlerin ve hikmetlerin deposu ise Kur’ân-ı Kerîm’dir.
›    İnsanların içinde bulundukları sırada olduğu şeklinde, kimsenin görmediği yerlerde de Rahmân olan Tanrı’tan korkan, O’na saygı gösteren kimselerdir. Onların korku, saygı ve haşyetleri, Tanrı’tan başka asla kimsenin vâkıf olamadığı kalplerinin derinliklerindedir. Şu sebeple onlar kayra seviyesinde bir kulluk şuuruna sahiptirler. Kendileri Tanrı’ı göremeseler de, Tanrı’ın kendilerini gördüğünü ve dâimâ ilâhî kameralar altında bulunduklarını asla unutmazlar. İşte bu şekilde insanlara bildiri ve uyarı yarar verir. İşte bunlar Tanrı’ın bağışlamasına ve cennetin hoş, bolca ve ebedî nimetlerine erişeceklerdir. Zira:
Kuşku yok ki ölüleri diriltecek olan biziz. İnsanların yapmış olup öncesinden gönderdikleri amelleri de, geride bıraktıkları eserlerini de biz yazıyoruz. Esâsen biz, olmuş olacak her şeyi apaçık bir kitapta tek tek sayıp kaydetmiş bulunuyoruz.Dünya sonsuz değildir. Ölümle insanların, kıyâmetle de dünyanın ömrü sona erecektir. Dünya faslının bir de âhiret faslı ortaya çıkacaktır. Dünya yaşamının sınav olma gerçeği orada tüm netliği ile bilinecektir. Zira sonsuz kudret sahibi Rabbimiz tüm ölüleri diriltecek, hesaba çekmek suretiyle huzurunda toplayacak, yapmış olup ettikleri minik büyük ne var ise kaydettiği amel defterlerini ellerine verecek ve hepimiz ne yapmış olup ettiğini orada açık seçik görecektir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Her insanın amel defteri önüne konulacak; sen günahkârların o defterde yazılı olanlardan dolayı ödleri patlayacak şekilde korktuklarını göreceksin. Şaşkınlıklar içinde: “Yazıklar olsun bizlere! Bu iyi mi defter ki, minik büyük demeden, hiçbir şeyi dışarıda bırakmadan ne yapmış, ne söylemişsek hepsini saymış dökmüş!” diyecekler. Böylece yaptıkları her şeyi amel defterlerinde bulacaklar. Rabbin asla hiç kimseye zulmetmez.” (Kehf 18/49)
Şu sebeple Yüce Tanrı: “İnsanların öncesinden yapmış olup gönderdikleri amelleri de, geride bıraktıkları eserlerini de biz yazıyoruz” (Yâsîn 36/12) buyurmaktadır. Burada geçen مَا قَدَّمُوا (mâ kaddemû) ifadesi, “insanların namaz, oruç, sadaka vb. bizzat yapmış olup önden gönderdikleri ameller yada işledikleri günahlar” anlamına gelir. اٰثَارَهُمْ (âsârahüm) ise sâlih evlat, yararlı, ilim, sadaka-i câriye şeklinde güzel şeylerden yada insanlara zarar veren fena şeylerden geride bıraktıklarıdır.” Nitekim Tanrı Resûlü (s.a.s.) şu şekilde buyurur:
“İn­san öl­dü­ğü za­man bü­tün amel­le­ri ke­si­lir. An­cak şu üç şey bun­dan müs­tes­nâ­dır: Sa­da­ka-i câ­ri­ye, istifade edi­len ilim ve ken­di­si­ne yakarış eden ha­yır­lı ev­lât.” (Müs­lim, Va­sıyet 14)
“İslâm’da iyi bir çığır açan hiç kimseye, bunun sevabı vardır. O çığırda yürüyenlerin sevabından da kendisine verilir. Sadece onların sevabından hiçbir şey noksanlaşmaz. Her kim de İslâm’da fena bir çığır açarsa, o kişiye açmış olduğu fena çığırın günahı vardır. O fena yolda yürüyenlerin günahından da ona hisse ayrılır. Fakat onların günahından da hiçbir şey nokşanlaşmaz.” (Müslim, Zekât 69; Nesâî, Zekât 64)
Şâir Ulvî ne güzel söyler:
“Kâmilin gitse vücûdu nice îcâdı kalır,
Sen dahî anlayı gör kim er ölür, adı kalır.”
Âyette geçen اِمَامٌ مُب۪ينٌ  (imâmun mübîn)den maksat, Levh-i Mahfûz[1]’dur. Tanrı Teâlâ olmuş ve olacak her şeyi burada kaydetmiştir. Dolayısıyla insanların yaptıkları hiçbir şey zayi olmayacak, kaybolmayacak; her şey vukuundan ilkin yazıldığı şeklinde vukuundan sonrasında da tüm izleri ve gölgeleriyle yazılacak, böylece hepimiz yaptığından görevli tutulacaktır. Bu ilâhî beyân, Peygamberin izinden giden mü’minler için bir müjde iken, onun izinden gitmeyenlere de bir uyarıdır.
Şimdi buraya kadar açıklanan temel dinî esasların ergonomik hayata iyi mi yansıtalacağını gösteren canlı bir örnek olarak şu öğrenek verici kıssaya kulak verin:
[1] Levh-i Mahfûz: Lügat olarak “korunmuş sayfa” anlama gelir. Tanrı’ın yaratıklarla ilgili tüm bilgilerinin kayıtlı olduğu yer olarak bilinir.
Rasûlüm! Onlara şu kent halkının hâlini misâl olarak anlat: Hani onlara elçiler gelmişti.Ilkin onlara iki elçi göndermiştik. İkisini de yalanlayınca, ikimiz de üçüncü bir elçiyle onları destekledik. Üçü beraber: “Ey insanoğlu! Hakkaten biz size gönderilmiş elçileriz” dediler.Kent halkı: “Siz de tıpkı bizim şeklinde birer insansınız. Rahmân’ın bir şey indirdiği falan yok; siz sadece yalan söylüyorsunuz” dediler.Elçiler şu şekilde karşılık verdiler: “Rabbimiz biliyor ki, biz kesinlikle size gönderilmiş elçileriz.”“Bizlere düşen Tanrı’ın mesajını tam olarak, açık ve anlaşılır bir halde size ulaştırmaktır.”Kent halkı: “Biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Eğer dâvanızdan vazgeçmezseniz sizi ne olursa olsun taşlayarak öldüreceğiz ve bizim elimizden size fazlaca acıklı bir azap dokunacak” diye tehdit ettiler.Elçiler de cevâben: “Uğursuzluğunuz kendinizdendir. Size nasihat verildi diye mi bu şekilde tepki gösteriyorsunuz? Aslına bakarsak siz sınır tanımayan, Tanrı’ın verdiği kabiliyet ve imkânları boşa harcayan bir toplumsunuz!” dediler.13-19. Âyetler: Verilen bu misalde bir kent halkı, oraya gönderilen din tebliğcileri ve bunlar içinde vuku gören konuşmalar, tartışmalar ve fiilî sataşmalar söz mevzusu edilir. Bahsedilen şehrin neresi olduğu, kent halkından maksadın kimler olduğu ve onlara gönderilen elçilerden kasdın ne olduğu hakkında değişik görüşler vardır:
›    Birincisi; şehirden maksat Antakya, kent halkından maksat Antakya’da yaşayan insanoğlu, onlara gönderilen elçilerden maksat da Hz. İsa’nın havarileridir. Yalnız bir kısım müfessirler tarafınca bu görüş zayıf kabul edilir.
›    İkincisi;bunlar Tanrı tarafınca gönderilen üç ayrı peygamberdir. Kâfirlerin “Siz de tıpkı bizim şeklinde birer insansınız” (Yâsîn 36/15)  sözü bu görüşü kuvvetlendirmektedir. Zira bu söz, kendisinin Tanrı’tan gelen bir peygamber bulunduğunu iddia eden kişiye söylenir.
›    Üçüncüsü; şehirden maksat dünyadır. Kent halkından maksat dünyadaki insanlardır. Onlara gönderilen iki elçi son olarak gönderilen iki büyük peygamber olan Hz. Mûsâ ile Hz. İsa’dır. Onları takviye için son olarak gelen Peygamber ise Âlemlerin Sultanı Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.)’dir.
Kıssanın nakledilmesindeki maksat şudur: Örnek verilen kent halkı iyi mi direnme ve ısrar içinde peygamberlere karşı gelmişlerse, Mekke’de müşrikler de aynı direnme ve ısrarla Tanrı Resûlü (s.a.s.)’i inkâr ediyorlardı. Onlarla elçiler içinde yaşanmış olan tartışmalar, neredeyse aynı muhtevâ içinde Peygamberimiz (s.a.s.) ile müşrikler içinde yaşanıyordu. Dolayısıyla aynı yolu takip edip inatlarında ısrarlı oldukları takdirde, müşriklerin sonu da örnek verilen o kent halkı şeklinde olacaktır.
Ek olarak, Kur’an’ın anlattığı ve her çağda benzerlerinin yaşandığı bu örnekleri, ondan ders alan mü’minlerin, kendi yaşadıkları hayata uygulamaya ve ondan lüzumlu olan dersleri çıkarmaya emek harcamaları gerekir. Tıpkı şimdi kıssası anlatılacak Habîb-i Neccâr şeklinde:
Derken, şehrin tâ diğer ucundan bir adam koşarak geldi. Ayağının tozuyla şunu söylemiş oldu: “Ey kavmim! Gelin, bu elçilere uyun!”“Uyun, yaptıklarına karşılık sizden hiçbir ücret istemeyen ve bizzat kendileri de doğru yolda olan bu güzel insanlara!”“Hem ben, niçin beni kendime özgü özelliklerle yoktan yaratana kulluk etmeyeyim? Sonunda siz de O’nun huzuruna çıkarılacaksınız.”“Ben asla O’ndan başka ilâhlar edinebilir miyim? Şu sebeple Rahmân bana bir zarar vermek istese, onların şefaati bana hiçbir yarar sağlamaz ve hiçbiri beni kurtaramaz.”“Kaldı ki, başka ilâhlar edinecek olursam, o vakit ben apaçık bir sapıklığın içine yuvarlanmış olurum.”“Doğrusu ben, sizi de yaratan ve yaşatan Rabbinize inanç ettim; öyleyse gelin beni kulak verin!”Şehrin en uzak ucundan koşarak gelen o talihli adam, Habîb-i Neccâr’dır. Gelip ayağının tozuyla elçilere arka çıktı. Halka tembih edip, onlardan elçilere tâbi olmalarını istedi. Şu sebeple kalbine inanç dürbünü takmış o Tanrı adamı, elçilerin iyi mi bir şahsiyet ve hususiyette seçkin insanoğlu bulunduğunu derhal anlamıştı. Bunlar basit insanoğlu değildi. Tanrı’ın dinini bildiri ediyorlar, tebliğlerine karşılık hiçbir ücret talep etmiyorlardı. Doğru yol suretiyle bulunuyor, insanları da o yola çağırıyorlardı. Bunun akabinde Habib-i Neccâr sözü tevhide getirip kendisinden örnek vererek nasihatlerine şu şekilde devam etti: “Bu elçilerin davet etmiş olduğu esas, şirki terk edip Tanrı’ın birliğini kabuldür. Ben de bir olan Tanrı’a inanıyor ve O’na kulluk yapıyorum. Şu sebeple beni yoktan var edip ruhumla bedenimle bana en güzel insan kıvâmı veren O’dur. Siz de O’na kulluk etmelisiniz; şundan dolayı sizin dönüşünüz de O’na olacaktır. O’nun haricinde taptığınız putların bizlere bir yarar ya da ziyanı yoktur. Meselâ Tanrı Teâlâ bizlere bir zarar vermek istese, onlar bu ziyanı engelleyemezler. Bizi helak etmek istese, onlar bizi Tanrı’ın azabından kurtaramazlar. O halde Tanrı’ı bırakıp putlara tapmak apaçık bir sapıklıktır. İşte bu sebepledir ki ben, putları terk edip benim de sizin de Rabbimiz olan Tanrı’a inanç ettim. Eğer sözümü dinleyip gereğini yapmış olursanız bu sizin için yararlı olacaktır.”
Fakat o zalim halk, Habib-i Neccar’ı dinlemediler:
Öldürülmek üzereyken ona: “Buyur cennete!” denildi. O ise: “Keşke” dedi, “keşke kavmim bilseydi”;“Rabbimin beni bağışladığını ve beni husûsî ikrâmına mazhar olan kullarından kıldığını!”Onun şehâdetinin arkasından kavmini helâk için gökten bir ordu indirmedik, indirmeye gerek de duymadık.Yalnız korkulu bir feryat onlara yetti; hepsi aniden cansız yere düşüp, söndü gittiler.Nakledildiğine gore onu dövdüler, bağırsakları çıkıncaya kadar çiğnediler, taşladılar ve şehîd ettiler. O sırada bile: “Ya Rabbi, kavmimi hidâyete erdir. Ya Rabbi, kavmimi hidâyete erdir” diye yakarış ediyordu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXII, 192-193) Ruhunu teslim eder etmez Tanrı Teâlâ onu cennete yerleştirdi. Bu aden, kıyametten ilkin berzah âleminde şehitlerin kalmış olduğu, müstesnâ bir yaşam yaşamış olduğu ve rızıklandığı bir cennettir. O denli merhametli bir insan ki, kendini öldürenlere bile kızmadı, öfkelenip ah etme etmedi. Tersine onlara olan şefkat ve acıma hislerini devam ettirdi: “Keşke kavmim, Tanrı’ın beni bağışladığını, imanım sebebiyle beni bu şekilde güzel bir cennete yerleştirdiğini, burada bana sayısız nimetler kayra ettiğini bilselerdi de, onlar da bu nimetlerden yoksun kalmasalardı” diye temenni etti. Bu, hakkaten yüksek bir ahlâk numûnesidir. İnsanlara tamamen gizli saklı bu gaybî hâdiseyi, her şeyi bilen Rabbimiz, Habib-i Neccar’dan naklen bizlere haber vermekte, kalbimize mânevî âlemi seyredebileceğimiz bir pencere açmaktadır.
Habîb-i Neccâr’ı şehit etmeleri üstüne Cenâb-ı Hak o kavmin helakini çabuklaştırdı. Cibrîl (a.s.), gelen ilâhî tâlimat istikâmetinde bir feryat attı. Bir tek şahıs sağ kalmamak suretiyle hepsi öldüler. Hak Teâlâ, onları helak etmek için ne bir ordu ne de bir asker göndermeye gerek duydu. Buna gerekseme da yoktu. Şu sebeple bir tek feryat, bir patlama onları helake yetti, arttı bile. O halde:
Yazıklar olsun o kullara! Ne vakit kendilerine bir peygamber gelse ne olursa olsun onu alaya alırlardı.Onlardan ilkin nice nesilleri inkârları yüzünden helâk ettiğimizi görmezler mi? Gidenlerin de hiçbiri geri dönmüyor?Sonunda onların hepsi yakalanıp hesapları görülmek suretiyle huzurumuzda toplanacaklar.Önceki kavimlerin helâkinin aslolan sebebi, peygamberlere karşı gelip onları alaya almaları idi. Bu yüzden sönüp yok oldular. Eğer onlar, daha ilkin helak edilmiş toplumların durumundan öğrenek alsalardı, peygambere uyar ve aynı feci âkibete uğramazlardı. Şöyleki bir bakalım: O helak edilen insanlardan asla geri dönen var mı? Gazaba uğrayınca yıkılır gider, tekrar geri dönemezler. Fakat bu şekilde başkalarının durumundan öğrenek alıp intibâha gelenler çoğu zaman azca olmuştur. Sadece şuna dikkat etmek lazımdır ki, verilecek ceza bir tek dünyadaki helakle sınırı olan değildir. Nihâyet hepsi mahşer günü Tanrı’ın huzurunda toplanacak, hesaba çekilecek ve hak ettikleri esas cezaya burada çarptırılacaklardır.
Tanrı Teâlâ’nın tüm bu tarz şeyleri meydana getirecek güce haiz bulunduğunu görmek isteyenler, etraflarında sergilenen şu çok büyük kudret tecellilerine baksınlar:
Ölü toprak, onlara Tanrı’ın sonsuz kudretini ve tekrardan dirilişi ispatlayan görkemli bir delildir. Şöyleki ki, her bahar biz o toprağa yaşam veriyor ve oradan canlıların yiyip beslendikleri çeşit çeşit ekinler, ürünler çıkarıyoruz.Gene o yerde hurma bahçeleri, üzüm bağları var ediyor; oradan pınarlar, gözeler fışkırtıyoruz.Tâ ki, var ettiğimiz tüm bu ürünlerin meyvelerinden ve bunlardan bizzat kendi elleriyle yapım ettikleri şeylerden yesinler. Hâlâ şükretmeyecekler mi?Rasûlüllâh (s.a.s.) insanları Tanrı’ın birliğini ve âhiretin varlığını kabule çağrı ediyor, inkârcılar ise buna karşı çıkıyorlardı. Şimdi bu hususta arka arkaya deliller sıralanmak suretiyle insanoğlu akıllarını çalıştırmaya ve tefekküre teşvik edilir. Cenâb-ı Hakk’ın kâinattaki kudret akışları ve azamet tecellilerinin bu hakikati haykırdığı haber verilir. Bu delillerden biri, ölü topraktır. Onu suyla dirilten, oradan ekinler, tahıllar, hurma ve üzüm bağları çıkaran, orada pınarlar, çeşmeler, dereler ve nehirler çağlatan şüphesiz ki Yüce Tanrı’tır.
Hz. Mevlânâ (k.s.) der ki:
“Bu ağaçlar toprak altındaki insanlara benzerler. Ellerini topraktan dı­şarıya çıkararak, halka yüzlerce işaretler ederler. Kulağı olana, anlayana sözler söyler­ler, tembihler ederler. Yemyeşil dilleri ile, upuzun elleri ile toprağın gönlünden sırlar açar­lar. Ağaçlar, kış erişince başlarını kazlar şeklinde su içine çekerler. Onlar so­ğuklarda çirkinleşmiş, kargalaşmışken, ilkbahar erişince çiçeklerle, yap­rak ve meyvelerle süslenir, güzelleşir, tavus haline gelirler. Tanrı, onları kış mevsiminde hapseylemişti; hapiste sıkılmışlar, kargaya dönmüşlerdi. Tanrı acıdı da bahar erişince onları tavus haline getirdi. Kış onları öldürdü fakat, bahar erişince hepsini de diriltti. Yapraklarla süsledi.” (Mevlânâ, Mesnevî, 2014-2019. beyitler)
Benzeri olmayan bir düzen içinde bu tarz şeyleri yapabilecek bir kudrete haiz olan Tanrı (c.c), elbet ki birdir ve ölüleri diriltmeye de kadirdir. Hem bu nimetleri Tanrı Teâlâ, iş olsun diye yaratmamış, tersine kâinatın güzîde misâfiri insana ikram ve kayra olsun diye lütfetmiştir. Bir fânînin ikram etmiş olduğu bir bardak suya bile minnet ve teşekkürü kendine vazife addeden insan, asla eğer olmazsa, bu sayısız ilâhî lutuflara asgari bir teşekkür sadedinde, bu tarz şeyleri kayra edeni tanımalı, O’na inanmalı ve O’na şükretmeye çaba göstermelidir.
İkinci kanıt olarak bildiğimiz ve bilmediğimiz alanlardaki çift yaratılış gerçeği üstüne dikkat çekiliyor:
Her türlü kusurdan, eksiklikten, eşi ortağı olmaktan uzaktır o Tanrı ki, yerin bitirdiği her şeyi, bizzat kendilerini ve hemen hemen mâhiyetini bilmedikleri nice şeyleri çiftler hâlinde yaratmıştır.Görüldüğü suretiyle çift yaratılma özelliği hem bitkiler hem canlılar hem insanoğlu hem de Tanrı’ın haricinde bilmediğimiz tüm varlıklar için geçerlidir. Örneğin elektrikte artı ve eksi kutuplar, cisimler içinde itme ve çekme kuvveti, atomlardaki pozitif ve negatif elektronlar bile bu âyetin mûcizevî olarak haber verdiği şeyler içinde sayılır. Âyetin açmış olduğu ufkun aydınlığında yapılacak ilmî emekler, bu alanda daha nice dikkat çekici ince sonuçların ortaya çıkmasını elde edecektir. Tüm bunlardan maksat ise, her şeyi çift yaratan Tanrı’ın tek bulunduğunu; O’nun eşi ve ortağı bulunmadığını beyândır.
Öteki delillere erişince:
Gecenin gelişi de onlar için Tanrı’ın birliğini gösteren bir delildir. Gündüzü ondan soyup çıkarırız da birden karanlığa gömülüverirler.Üçüncü kanıt, gece ve gündüzün oluşumudur. Dünyada aslolan olan unsur karanlıktır. Gündüz izâfî bir durumdur. Dünyanın kendi etrafındaki dönüşü esnasında, güneş ışığı alan bölge, gezegenimizin çevresinde ince bir beyaz kabuk şeklinde dolaşır. Dünya döner, beyazlık kayar, yerini karanlık alır. Sanki görünmez bir el, dünyamızı çevirip durmakta ve onun üstündeki beyaz kabuğu çevire çevire soymaktadır. Bu sırada güneşin aydınlığından yoksun kalan insanoğlu, derhal karanlığa gömülüvermektedir. Malum bir gerçektir ki, Tanrı’tan başka hiçbir varlık, gündüzün gidip karanlığın gelmesini engelleyebilecek bir güce haiz değildir. Öyleyse bir tek Tanrı’a kulluk edilmesi gerektiği anlaşılmalıdır.
Dördüncü kanıt, güneştir:
Onlar için bir başka kanıt olan güneş, kendine ilişkin yörüngesinde belli bir kanuna gore akıp gider. İşte bu, kudreti dâimâ üstün gelen ve her şeyi en iyi bilen Tanrı’ın takdiridir.Güneş, dünyamızı aydınlatan yıldızdır ve bizim için hayatî bir önem taşımaktadır. Kudreti nihayetsiz olan ve her şeyi hakkiyle bilen Rabbimiz, ona bir yörünge takdir buyurmuş, orada belli bir zamana kadar dönerek duracaktır. Fakat bu dönüş sonsuza kadar değildir. Güneşin de bir eceli ve durup karar kılacağı bir mercii vardır. Günümüz astronomi ve güneş fiziği verilerine gore güneşle ilgili şu bilgilere yer vermek tefekkürümüzü artırmaya yarayacaktır:
Güneş ile dünya arasındaki uzaklık ortalama 150 milyon kilometredir. Kâinatın yaşı ortalama 15 milyar yıl, güneşin yaşı da 5 milyar yıl tahmin edilmektedir. Güneş, içinde sıkışan ve yoğunlaşan maddelerin birleşip bütünleşmesiyle fazlaca büyük bir alev topu hâlini almıştır. Orta büyüklükte bir yıldız olan güneş, hacim îtibariyle o denli büyüktür ki içine dünya şeklinde ortalama 1.300.000 gezegen sığabilir. Yüzey sıcaklığı 6000 santigrat aşama, iç sıcaklığı ise 20 milyon santigrat derecedir. Kendi yörüngesinde saatte 720.000 kilometrelik çok büyük bir hızla hareket eder. Bu, ortalama bir hesapla güneşin günde 17 milyon 280 bin kilometrelik yol kat ettiğini gösterir. Güneşte her saniye 564 milyon ton hidrojen 560 milyon ton helyuma dönüşür. Aradaki 4 milyon tonluk fark gaz maddesi de enerji ışın hâlinde uzaya yayılır. Yok olan kütleye gore hesap yaparsak güneş saniyede 4 milyon ton, dakikada ise 240 milyon ton madde yitirmiş olacaktır. Eğer güneş 3 milyar yıldan beri bu hızla enerji üretiyorsa, bu süre içinde yitirmiş olduğu kütle 400.000 milyon kere milyon ton olacaktır ki, bu kıymet gene de güneşin şimdiki toplam hacminin 5000’de biri kadar sadece tutacaktır.
Bu çok büyük gücü ve enerjisiyle güneş, başta insanlık olmak suretiyle yeryüzündeki tüm canlılığa en yararlı olacak güç ve büyüklükte yaratılmış olup ışınlarını ölçülü bir halde dünyaya ulaştırmaktadır. Sadece günün birinde güneşin merkezindeki hidrojen azala azala bitecek, güneşin merkezi gittikçe helyum bakımından zenginleşecek ve merkez ağırlaştıkça da çevresini kendine doğru daha çok çekecektir. Bu da dünyanın sonu anlama gelir. Bahsettiğimiz bu çok büyük güneş, samanyolu galaksisinde bulunan tahminen 200 milyar yıldızdan bir tek birisidir. Aynı şekilde samanyolu galaksisi de, çağıl teleskoplarla görülebilen birkaç yüz milyar galaksiden yalnızca birisidir. Ve bu samanyolu galaksisinin bir ucundan diğerine gitmek için 100 bin ışık yılı gereklidir. Işık ise 1 saniyede 300.000 kilometre gider. İşte dünya, bu galaksinin spiral kollarından birinde yer almıştır. Dünyadan hareket edip galaksimizin merkezine varabilmek için 300.000 trilyon kilometre gitmemiz gerekir.
İşte bu çok büyük sistem içinde güneş şeklinde durmadan yanan dev ateş topunu yaratan, döndüren ve ışığını alıp söndürecek olan kudret, şüphesiz Rabbimizin kudretidir.
Beşinci kanıt aydır:
Ay için de bir ekip menziller tâyin ettik; dolaşa dolaşa sonunda o, eski hurma salkımının ağaçta kalan yıllanmış sapı şeklinde kuru, sarı, hilal şeklinde kavisli olur.Ne güneş aya yetişip çarpabilir, ne de gece gündüzün önüne geçebilir. Her biri, kendine ilişkin bir yörünge de yüzer, gider.Ay, dünyamızın uydusu olup hayatımızın devamının ayrılmaz bir parçasıdır. Güneşle dünya içinde döner, güneşten almış olduğu ışığı geceleyin dünyaya yansıtır. Dünya etrafındaki yörüngesinde dönerken uğramış olduğu menziller vardır. Her menzilde değişik bir biçim ve hal alır. Günden güne peyderpey büyür, on dördünde dolunay halini alır, kemâle erişir; sonrasında yine peyderpey küçüle küçüle nihâyet âyette beyân buyrulduğu şeklinde eski hurma salkımının ağaçta kalan yıllanmış sapı şeklinde kuru, sarı, kavisli bir hale gelir. اَلْعُرْجُونُ (‘urcûn) hurma salkımının sapına denir. اَلْقَد۪يمُ (kadîm) de eski anlama gelir. Hurmanın sapı eskidikçe incelir, eğrilir ve sararır. İşte bir aylık gezi sonunda ay, tıpkı eski hurma sapı şeklinde ince, eğri, sarımtrak bir görünüm verir. Bu benzetme hilalin ilk ve son şeklini göstermekle kalmaz, bununla beraber ayın, yörüngesinde geçerken dünya çevresinde bir ayda dolandığı yolun biçimini de göstermiş olur. Günümüz ilmî tespitlerine gore, ayın geçmiş olduğu güzergâh tam dâirevî olmayıp bir tarafı konkav bir eğrilik arz eder. Öteki taraftan milyarlarca senedir dönmelerine karşın ne güneşin aya çarptığı, ne gecenin gündüzün önüne geçmiş olduğu görülmemiştir. Tanrı istemediği sürece görülmeyecektir de.
Güneş ve ayla beraber uzaydaki tüm gök cisimlerinin her biri kıyâmete kadar kendi yörüngesinde yüzmeye devam edecektir.  Şunu ifade edelim ki, gezegenler güneşin, güneş samanyolunun çevresinde döner. Aynı şey öteki tüm yıldızlar için de söz mevzusudur. Fakat iş samanyolu ile de bitmez. Galaksiler de kümeler kurarlar; onlar da ortak çekim merkezleri  çevresinde dönerler. Zerreler âleminde de durum aynıdır. Moleküllerin hareket ve titreşimleri, atomların ve atom parçacıklarının hareketleri, kendileri için belirlenmiş yörüngelerde, asla durmadan sürüp giden akışlardır. Evrendeki tüm bu akıl almaz varlıklar, vakalar ve hareketler, bir görkemli plan teşkil edilecek şekilde planlanmıştır ve gerçekleştirilmektedir. (bk. Kandemir ve ötekiler, II, 1523)
İşte tüm bu tarz şeyleri icra eden, elbet Cenâb-ı Hak’tır. Asla aksamadan, tam bir âhenk içinde bu nizamın devam etmesi, ilim, hikmet ve kudreti sonsuz tek yaratıcının ve tanzim edicinin varlığını gösterir.
Öteki bir kudret delili ise bizzat insanoğlunun kendi hayatından:
İnsanlar için Tanrı’ın birliğini gösteren bir başka kanıt, nesillerini yüklü gemilerde batmadan taşımamızdır.Gemiler şeklinde, onlar için üstlerine binip gezi edecekleri daha nice vasıtalar yarattık.Dilesek onları suda boğarız da, ne feryatlarına koşan kimse olur, ne de bir yolunu bulup boğulmaktan kurtulabilirler.Sadece kurtulmaları için tarafımızdan bir rahmetin ulaşması ve onları belli bir zamana kadar yaşatmayı istememiz müstesnâ!Yedinci kanıt, Nûh tûfanı esnasında Tanrı Teâlâ’nın insanlığı tamâmen boğmaması, neslin devam etmesi için Nûh’a inananları dolu bir gemide taşımasıdır. “Dolu vapur”den maksadın, insanoğlunun zürriyetini taşıyan babaların sulpleri ve anaların rahimleri olması da mümkündür. Şu sebeple Cenâb-ı Hak insan neslinin tohumlarını, nutfelerini âdeta yüklü gemiye benzeyen bu mahallerde taşımaktadır. Gene Rabbimizin hepimiz için mûcize olan Nûh’un gemisi şeklinde düzgüsel şartlar altında binebileceğimiz vasıtalar yaratması, O’nun bir kudret nişânesidir. İster Nûh’un gemisinde, ister babalarımızın sulbü ve analarımızın rahminde, isterse düzgüsel hayatımızda bindiğimiz gemilerde olsun, taşınma esnâsında Tanrı Teâlâ bizi boğmak istese, kimse buna engel olması imkansız; kimse bizi kurtaramaz. O halde bizim o uzun deniz yollarından sağ salim dünya limanına ulaşıp, orada insan suretine bürünmemiz, yiyip içmemiz ve tüm unsurlarıyla hayatımızı idâme ettirebilmemiz bir tek ve bir tek Tanrı’ın bir lütfu ve rahmetidir.
Hâl bölkeyken:
Onlara: “Sizi önünüzden ve arkanızdan kuşatan günahlar ve onların hem dünya hem âhiret açısından açacağı fena sonuçlar karşısında güzel bir takvâ yaşamı ile Tanrı’ın koruması altına girin ki dünyada faziletli bir yaşam sürme, âhirette de ebedî saâdete erişme adına merhamete lâyık olasınız” dendiği vakit aldırış etmezler.Kendilerine ne vakit Rablerinin âyetlerinden bir âyet gelse, ne olursa olsun ondan yüz çevirirler.Onlara: “Tanrı’ın sizi rızıklandırdığı şeylerden muhtaçlara verin!” çağrısı yapıldığında, kâfirler mü’minlere: “Dilediği takdirde Tanrı’ın rızıklandırıp doyuracağı kimseleri biz mi doyuracağız? Bu, bizim vazîfemiz mi? Doğrusu siz apaçık bir şaşkınlık içindesiniz” derler.Bir kısım gâfil kimseler, serdedilen bu görkemli ve çok büyük delillerden ihtiyaç duyulan dersi alamadıkları için, her ne kadar günahlardan sakınıp kendilerini dünyevî-uhrevî azaplardan koruma ve ilâhî rahmete erme hususunda ehliyetli ağızlar tarafınca uyarılsalar da, aldırış etmezler. İçine düştükleri sapıklık ve şaşkınlık çukurunda bocalayıp dururlar. Onlara ister Tanrı’ın kavlî âyetleri olan Kur’ân-ı Kerîm okunsun, isterse O’nun kâinattaki kevnî âyetlerini görsünler, bunların hiçbirine saygınlık etmezler, dikkatle dinlemez ve bakmazlar, hatta nispet yaparcasına onlardan yüz çevirirler. Hakikat karşısında bu kadar pervasız ve lakayt olanları, Tanrı’a havale etmekten başka yapılacak bir şey yoktur. Bunlar haiz oldukları rızıkları muhtaçlara vermek mevzusunda da son aşama cimridirler. Bu tür teklifler karşısında bozulurlar ve müslümanlara: “Madem gerçek rızık verenin Tanrı bulunduğunu söylüyorsunuz, O’nun mü’minleri sevdiğini iddia ediyorsunuz, o halde fukara dediğiniz ve bizlerden yardım istediğiniz o insanları da Tanrı doyursa ya!” derler.
Rivayete gore Hz. Ebubekir, yoksul müslümanlara yiyecek yedirir, onları doyururdu. Bigün yolda ona rastlıyan Ebu Cehil: “Ey Ebubekir, Tanrı’ın bu yoksulları doyurabileceğini mi iddia ediyorsun?” diye sordu. Ebubekir: “Evet” dedi. Ebu Cehil: “O halde niçin onları yedirip doyurmuyor?” diye sordu. Hz. Ebubekir: “Tanrı bir ekip kimseleri fakirlikle, bir ekip kimseleri de zenginlikle sınav etmiş; fakirlere sabretmeyi, zenginlere de yedirmeyi emretmiştir” dedi. Ebu Cehl: “Vallahi ey Ebubekir, sen olsa olsa apaçık bir şaşkınlık içindesin. Sen sanıyor musun ki Tanrı bunlara yedirmeye gücü yeterken yedirmemiş de sen onlara yediriyorsun?” dedi ve işte bunun üstüne bu (47.) âyet-i kerîme ile “Kim hayır yolunda verir ve günahlardan sakınırsa, o en güzeli şu demek oluyor ki kelime-i tevhîdi ve gereğini tasdîk ederse, ikimiz de onu en kolay olana; rahatlık ve mutluluk yeri olan cennete muvaffak kılarız” (Leyl 92/5-7) âyet-i kerîmeleri nâzil oldu. (Kurtubî, el-Câmi‘, XV, 26)
Buna karşılık âhirete inanç etmeyenler:
Bir de: “Eğer doğru söylüyorsanız bizi tehdit edip durduğunuz bu kıyâmet ne vakit?” diye soruyorlar.Anlaşılan onlar, dünyevî meseleler yada şahsî menfaatleri üstünde birbirleriyle çekişip dururlarken kendilerini apansız ve kıskıvrak yakalayacak olan korkulu bir çığlıktan başka bir şey beklemiyorlar.O feryat geldiği vakit ise, artık ne bir vasiyet hayata geçirmeye fırsat bulabilirler, ne de âilelerinin yanına dönebilirler.Tevhidi kabul etmeyen müşrikler, kıyâmet ve âhirete de inanmıyorlar; sırf alay etmek maksadıyla “bizi tehdit edip durduğunuz kıyâmet de ne vakit?” diye soruyorlardı. Oysa kıyamet ne olursa olsun kopacaktır. Ufak kıyâmet olan ölüm de ne olursa olsun gelecektir. Bunda kuşku yoktur. Fakat o yavaş yavaş değil, insanların asla ummadığı aniden ansızın gelecek ve kim neredeyse orada kalacaktır. O geldiği vakit insan ne bir tavsiyede bulunmaya, ne de ailesine dönerek helâllik almaya fırsat bulabilecektir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) şu şekilde buyurur:
“İki şahıs kumaşlarını satış yapmak suretiyle açmış iken kıyamet kopuverecektir. Onlar onu daha katlayamadan kıyamet kopacaktır. Adam davarlarını sulamak maksadıyla yapmış olduğu havuzunu çamurla sıvarken daha onları sulayamadan kıyamet kopacaktır. Şahıs terazisinde tartmak isterken, bir kefesine ağırlık koyduğunda alçalmışken, diğerine de koyacağını koyup da­ha yükseltemeden kıyamet kopacaktır. Adam yiyecek suretiyle lokmasını ağzı­na götürmüşken onu yutamadan kıyamet kopacaktır.”(Buhârî, Fiten 26; Müslim, Fiten 140)
Peki, kıyâmetin kopması için sûra üflenince neler olacak:
Sûra ikinci kez üflendi: İşte onlar kabirlerden kalkmış, Rablerinin huzuruna doğru akın akın koşuyorlar.“Eyvah bizlere!” diye bağrışıyorlar, “Uyuduğumuz bu yerden bizi kim kaldırdı? Demek Rahmân’ın kesinlikle olacak diye haber verdiği hâdise buymuş; meğer peygamberler gerçeği söylermiş!”Tüm vaka, bir tek korkulu bir çığlıktan ibarettir. Onların hepsi huzurumuzda toplanıverecekler.O gün hiç kimseye en minik bir haksızlık yapılmayacak. Siz de sadece dünyadayken işlediklerinizin karşılığını görmüş olacaksınız.âyette yer edinen “Uyuduğumuz bu yerden bizi kim kaldırdı?” ifadesinde mezar hayatıyla ilgili olarak iki mühim gereçeğe işaret edilir. Birincisi; mezar azabı, mahşer yerinde yaşanacak dehşet ve cehennemin azabına gore gece uykuda görülen karabasan şeklinde olacaktır. İkincisi; Hz. Ali: “İnsanlar dünyada iken uykudadır, kabre girince uyanırlar” der. İman ve yaratılış gerçeklerini kavrama açısından, mezar hayatına gore dünya yaşamı bir uyku gibidir; insanoğlu ölünce artık gözlerinin önünden maddi yada ceset perdesi kalktığı için görüşleri daha keskin olur (bk. Kâf 50/22) ve bu hakikatlere uyanırlar. Âhiret hayatıyla kıyaslandığında ise mezar yaşamı bir uyku gibidir. Tüm gerçekler tüm açıklığı ile âhirette ortaya çıkacaktır.Bunun için de, âyetlerde haber verildiği suretiyle, birinci kez sûra üflendiğinde hepimiz ölecek, ikinci kez üflendiğinde ise hepimiz tekrardan diriltilerek kabirlerinden çıkacaktır. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“O gün sûra üflenir; Tanrı’ın dilediklerinden başka göklerde ve yerde kim var ise kıyâmetin dehşetinden çarpılıp cansız yere serilir. Sonrasında sûra tekrar üflenir; bir de bakarsın ki, tüm ölüler dirilip kabirlerinde ayağa kalkmış, merak ve kaygı içinde etraflarına bakınıp duruyorlar.” (Zümer 39/68)
 Kabirlerinden çıkar çıkmaz da duruşma için Rablerinin huzuruna koşacaklardır. Bu hususla ilgili olarak âyet-i kerîmede şu şekilde buyrulur:
“O gün kabirlerinden hızlıca çıkarlar; sanki belli bir hedefe varmak istercesine koşarlar. Bu sırada korku ve kederden gözleri baygın düşmüş, kendilerini tepeden tırnağa zillet bürümüştür. İşte tehdit edilip durdukları gün, bugündür!” (Meâric 70/43-44)
O vakit hepimiz, peygamberlerin dünyada haber verdikleri şeklinde âhiret yaşamının gerçek bulunduğunu yakînen bilecek ve peygamberlerin doğru söylemiş olduklarını orada kabul edecektir. Fakat dünyada buna inanmadıkları için orada pişmanlıktan için için yanıp kendilerini kınayacaklardır. Yalnız bu pişmanlık ve kınamanın bir faydası olmayacak; en minik bir haksızlığa uğratılmaksızın her insana amellerinin karşılığı ne ise bir tek o verilecektir.
Bakın, o gün cennetlikler ne hâlde olacak:
Aden ehli o gün tatlı, mutluluk dolu meşguliyetler içinde aden nimetlerinden yiyip içerler.Cenneti kazanan bahtiyar kullar, mahşer yerinde fazla bekletilmeyecek, ya hesaba çekilmeden yada kolay bir yargılamadan sonrasında cennete sevk edileceklerdir. Sicilleri temiz olduğundan mahkeme anında bekletilerek eziyete uğratılmayacaklardır. Böylece onları dünyada ahmak yerine koyup kendilerine gülen inkârcı suçlulara, gerçek akıl sahiplerinin kimler olduğu gösterilmiş olacaktır. Cennetlikler orada, cehennemliklerin karşılaştıkları fena durumlardan uzak, asla can sıkan olmayan, olağanüstü zevk ve haz veren tatlı bir meşguliyet ve nimetler içinde olacaklardır.  Eşleriyle beraber gölgelikler altında, gelin odası için süslenmiş koltuklar şeklinde döşeli koltuklar üstüne kurulup yaslanacaklar. Orada onlar için her tür meyveden[1]; yenecek, içilecek, haz verecek her nimetten bolca oranda ikram edilecektir. İstedikleri ve canlarının çekmiş olduğu her nimet orada bulunacaktır. Bu nimetlerin en güzeli ise sınırsız acıma sahibi olan Yüce Rabbimizin, aden ehline hitap ederek onları bizzat selamlamasıdır. Nitekim bu hususta Resûlullah (s.a.s.) şu şekilde buyurur:
“Aden ehli nimetler içinde bulundukları bir sırada onlara bir nur görünecektir. Başlarını kaldıracaklar bir de ne görsün­ler, şanı yüce Tanrı üst taraflarından onlara görünmekte ve:
«- Ey aden ehli, es-selamu aleykum» diye buyurmaktadır. İşte yüce Tanrı’ın:
«Bir de, merhameti pek bolca olan bir Rab’den onlara hitâben “Selâm!” sözü vardır» buyruğu bunu anlatmaktadır. Rab onlara, onlar da ona bakarlar. Ona baktıkları sürece içinde bulundukları hiçbir nimete dö­nüp bakmazlar bile. Nihayet hicabı arkasında onlardan gizlenince onların bu­lundukları yerlerde nuru ve bereketleri üzerlerinde kalmaya devam eder.” (İbn Mâce, Mukaddime 13/184)
İnkârcı suçluların içler acısı durumuna erişince:
[1] 55. âyette geçen “cennetin nimetlerinden yiyip içme” ifadesinin aslı, فَاكِهُونَ  (fâkihûn)dur. Kelime mânası itibariyle “meyve yiyenler” anlama gelir. Benzer mâna 57. âyetteki sözcük anlamı itibariyle “meyve” demek olan فَاكِهَةٌ (fâkihetün) kelimesinde de vardır. Burada Kur’ân-ı Kerîm’in mûcizevî üslubunun bir özelliğine daha şâhit olmaktayız. 54. âyet, âhirette her insanın dünyada yaptıklarının karşılığını göreceğini haber vermişti. Bilinmiş olduğu şeklinde “meyve”, ağacın yaşamının neticesidir. Dolayısıyla 55. ve 57. âyetler, mü’minlerin cennette dünyadaki güzel davranışlarının karşılığını aden nimetleri olarak bulacaklarına işaret etmektedir. Tanrı katında kabul görmüş her bir güzel iş,  âhiret tarlasına bir tohum olarak düşer ve işlenmesindeki içtenlik ve mükemmeliyete gore hepimiz için değişik derecelerde aden nimeti olarak çıkar. Şu kadar ki Tanrı Teâlâ, cehennemi hak edenlere bir tek yaptıklarının karşılığını çektirirken, aden ehline kendi lütf u kereminden fazlaca büyük ikramlar hazırlar; dolayısıyla onlar için cennette “daha ne isterlerse” bulunur. (Ünal, s. 968)
Kendileri ve eşleri, gölgeler altında, koltuklara kurulup yaslanırlar.Orada onlar için çeşit çeşit meyveler ve canlarının çekmiş olduğu her şey vardır.Bir de, merhameti pek bolca olan bir Rabden onlara hitâben “Selâm!” sözü vardır.Cenneti kazanan bahtiyar kullar, mahşer yerinde fazla bekletilmeyecek, ya hesaba çekilmeden yada kolay bir yargılamadan sonrasında cennete sevk edileceklerdir. Sicilleri temiz olduğundan mahkeme anında bekletilerek eziyete uğratılmayacaklardır. Böylece onları dünyada ahmak yerine koyup kendilerine gülen inkârcı suçlulara, gerçek akıl sahiplerinin kimler olduğu gösterilmiş olacaktır. Cennetlikler orada, cehennemliklerin karşılaştıkları fena durumlardan uzak, asla can sıkan olmayan, olağanüstü zevk ve haz veren tatlı bir meşguliyet ve nimetler içinde olacaklardır.  Eşleriyle beraber gölgelikler altında, gelin odası için süslenmiş koltuklar şeklinde döşeli koltuklar üstüne kurulup yaslanacaklar. Orada onlar için her tür meyveden[1]; yenecek, içilecek, haz verecek her nimetten bolca oranda ikram edilecektir. İstedikleri ve canlarının çekmiş olduğu her nimet orada bulunacaktır. Bu nimetlerin en güzeli ise sınırsız acıma sahibi olan Yüce Rabbimizin, aden ehline hitap ederek onları bizzat selamlamasıdır. Nitekim bu hususta Resûlullah (s.a.s.) şu şekilde buyurur:
“Aden ehli nimetler içinde bulundukları bir sırada onlara bir nur görünecektir. Başlarını kaldıracaklar bir de ne görsün­ler, şanı yüce Tanrı üst taraflarından onlara görünmekte ve:
«- Ey aden ehli, es-selamu aleykum» diye buyurmaktadır. İşte yüce Tanrı’ın:
«Bir de, merhameti pek bolca olan bir Rab’den onlara hitâben “Selâm!” sözü vardır» buyruğu bunu anlatmaktadır. Rab onlara, onlar da ona bakarlar. Ona baktıkları sürece içinde bulundukları hiçbir nimete dö­nüp bakmazlar bile. Nihayet hicabı arkasında onlardan gizlenince onların bu­lundukları yerlerde nuru ve bereketleri üzerlerinde kalmaya devam eder.” (İbn Mâce, Mukaddime 13/184)
İnkârcı suçluların içler acısı durumuna erişince:
[1] 55. âyette geçen “cennetin nimetlerinden yiyip içme” ifadesinin aslı, فَاكِهُونَ  (fâkihûn)dur. Kelime mânası itibariyle “meyve yiyenler” anlama gelir. Benzer mâna 57. âyetteki sözcük anlamı itibariyle “meyve” demek olan فَاكِهَةٌ (fâkihetün) kelimesinde de vardır. Burada Kur’ân-ı Kerîm’in mûcizevî üslubunun bir özelliğine daha şâhit olmaktayız. 54. âyet, âhirette her insanın dünyada yaptıklarının karşılığını göreceğini haber vermişti. Bilinmiş olduğu şeklinde “meyve”, ağacın yaşamının neticesidir. Dolayısıyla 55. ve 57. âyetler, mü’minlerin cennette dünyadaki güzel davranışlarının karşılığını aden nimetleri olarak bulacaklarına işaret etmektedir. Tanrı katında kabul görmüş her bir güzel iş,  âhiret tarlasına bir tohum olarak düşer ve işlenmesindeki içtenlik ve mükemmeliyete gore hepimiz için değişik derecelerde aden nimeti olarak çıkar. Şu kadar ki Tanrı Teâlâ, cehennemi hak edenlere bir tek yaptıklarının karşılığını çektirirken, aden ehline kendi lütf u kereminden fazlaca büyük ikramlar hazırlar; dolayısıyla onlar için cennette “daha ne isterlerse” bulunur. (Ünal, s. 968)
Sonrasında kâfirlere şu şekilde seslenilir: “Ey inkârcı suçlular! Bugün mü’minlerden ayrılıp şu şekilde bir kenara çekilin bakalım!”Mü’minlere bunca aden nimetlerini kayra eden ve sözlü olarak da onları selamlayan Yüce Rabbimiz, o gün sövgü ve şirk şeklinde büyük günahlarla gelmiş mücrimlere gazabıyla tecelli edecek ve mü’minlerden ayrılarak şu şekilde bir kenara çekilmelerini emredecektir. Bir öğretmenin, kabahat işleyen bir talebesini arkadaşlarından ayırıp: “Sen şu şekilde bir kenara çekil, bakayım” demesi bile ne kadar ürkütücü ve ürkütücü olur. Burada ise hususi bir cezaya çarptırmak suretiyle mücrimlere bu şekilde hitap edenin Âlemlerin Rabbi bulunduğunu düşündüğümüz de manzaranın ne kadar korkulu olduğu anlaşılacaktır.
O inkarcı suçlulara bu şekilde hitap edilmesinin sebebi:
“Ben size nasihat vermedim mi: Ey Âdem oğulları! Şeytana tapmayın; şundan dolayı o sizin apaçık düşmanınızdır.”“Yalnız bana kulluk edin; dosdoğru yol işte budur” diye?Buna karşın, hakkaten o içinizden nice nesilleri doğru yoldan saptırdı. Aklınızı kullanıp, ona gore davranmalı değil miydiniz?İşte, tehdit edilip durduğunuz cehennem!İnkâr içinde yaşayıp kâfir olarak öldüğünüz için, yanıp kavrulmak suretiyle girin bugün oraya!Cenâb-ı Hak, ilk insandan itibaren her ümmete, her millete peygamberlerini göndermiş (bk. Fâtır 35/24) ve onlar vasıtasıyla tâlimatlarını, komut ve yasaklarını bildirmiştir. Bu tâlimatların esası şudur:
Birinci olarak def-i mefsedet şu demek oluyor ki zararı dokunan şeylerin uzaklaştırılması gelir. Bu sebeple ilkin yapılmaması ihtiyaç duyulan husus beyân edilmiştir: Buna gore tüm kötülüklerin temsilcisi olan şeytana kulluk edilmeyecektir. Şu sebeple o, insanoğlunun apaçık düşmanıdır. Tâ işin başlangıcında düşmanlığını duyuru etmiş ve kıyamete kadar bu işi yapmak için izin almıştır. Dünya imtihanının sırrı burada yatmaktadır.
Hasan Basrî (k.s.) şu şekilde der:
“Bir kimsede şu dört koruyucu olursa, Yüce Tanrı onu şeytanın şerrinden korur:
  Bir şeye karşı aşırı talep duyduğu vakit, kendini kaybetmemek, nefse başat olmak.
  Bir şeyden korkmuş olduğu vakit, gene kendini kaybetmemek, nefse başat olmak.
  Kösnü duyguları kabardığı anda onları dağıtmasını bilmek, nefse başat olmak.
  Hiddet anında derhal şuursuz davranışlara girmemek, gene nefse başat olmak.” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 336-337)
İkinci olarak celb-i çıkar, şu demek oluyor ki iyiliklerin kazanılması gelir. Bunun da esası tüm güzelliklerin deposu olan Tanrı’a kulluktur. O halde yalnızca Tanrı’a kulluk yapılacaktır. Esasen insanı cennete götürecek dosdoğru yol da, Tanrı’a ihlasla kulluk yoludur.
Şimdi bir taraftan peygamberlerin getirmiş olduğu mesajlara kulak vermeyen, bir taraftan da doğru yolu bulması için kendine lütfedilen akıl nimetini gerektiği şeklinde kullanmayan, özetlemek gerekirse ifade etmek gerekirse, hem vahyî ve nebevî, hem de aklî ve fıtrî nimetlerin kıymetini bilmeyip bunlara nankörlük eden ahmakların elbet varacakları yer cehennem olacaktır.
Onların geçerli bir bahane uydurma olanak ve ihtimali de yoktur. Şu sebeple:
O gün onların ağızlarını mühürleriz de, işlemiş oldukları günahları bizlere elleri söyler, ayakları da buna şâhitlik eder.Cenâb-ı Hakk’ın mahşer yerindeki bu şiddetli tehdidi karşısında münkirler, bir mazeret uydurup kendilerini savunmaya çalışacakları sırada, ağızları mühürlenecek, azaları konuşmaya başlayacaktır. Burada kişinin neler yaptığını ellerinin konuşacağı, ayaklarının da buna şâhitlik yapacağı haber veriliyor. Fussilet sûresinde ise bu hususta şu şekilde buyrulur:
“Nihâyet ateşin karşısına geldiklerinde kendi kulakları, gözleri ve derileri, vaktiyle işledikleri tüm kötülükleri söyleyip onların aleyhinde şâhitlik edecekler. Derilerine hiddet ve hayretle: «Niçin aleyhimizde şâhitlik ediyorsunuz?» diye çıkışacaklar. Derileri ise: «Nasıl yapsak; her şeyi konuşturan Tanrı bizi de konuşturdu. Sizi başlangıçta yaratan O idi; gene O’na dönüyorsunuz» diye yanıt verecekler. Oysa siz, vaktiyle günahlara dalarken kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin bigün aleyhinizde şâhitlik yapacağından çekinmiyordunuz. Üstelik yaptıklarınızın çoğunu Tanrı’ın bilmediğini sanıyordunuz. (Fussılet 41/20-22)
Enes b. Malik (r.a.) şu şekilde anlatır:
Resûlullah (s.a.s.)’in huzurunda idik, tebessüm buyurdu. Sonrasında: “Niçin güldüğümü biliyor mu­sunuz?” diye sordu. Biz: “Tanrı ve Rasûlü daha iyi bilir” dedik. Şöyleki buyur­du:
“ Kulun Rabbine hitabından dolayı tebessüm ettim. O: «Ey Rabbim! Sen beni zu­lümden alıkoymadın mı?» der. Yüce Rab: «Evet» buyurur. Bu sefer kul: «Ben kendime karşı sadece kendimden olan şahidi kabul ederim» der. Bunun üstüne yüce Tanrı: «Bugün sana karşı şâhit olarak kendin yetersin. Şâhitler olarak da kirâmen katibîn melekleri yeter» buyurur.”
Efendimiz devamla buyurdu ki: “Tanrı o kişinin ağzına mü­hür vurur ve bu sefer azalarına konuş denilir. Azaları yaptıkları işleri söyler. Sonrasında onu konuşmak suretiyle özgür bırakır. Kul der ki: «Benden uzak olun, benden uzak olun. Ben sizin için savaşım edip duruyordum.»” (Müslim, Zühd 17)
Bir öteki rivayete gore, sonrasında Tanrı ona: “Şimdi biz sana karşı şahidi­mizi yollayacağız” buyurur. O kendi kendisine benim aleyhime kim şâhitlik edecek diye düşünürken, ağzına mühür vurulur ve baldırına, etine, kemiklerine konuşmaları emredilir. Baldırı, eti, kemikleri yaptıklarını söylerler. Bunun bu şekilde olma­sının sebebi ise kendi nefsinden şâhitler dolayısıyla ileri sürebileceği bir ma­zeretinin bırakılmamasıdır…” (Müslim, Zühd 16)
Gerçek böyleyken, insanların hâlâ inkâra devam etmeleri şaşılacak bir durumdur. Onlar asla düşünmüyorlar mı ki:
Dileseydik onların gözlerini büsbütün silme kör ederdik de, öylece yollara dökülüp koşuşurlardı. Sadece o vakit iyi mi görebilirlerdi ki?Dileseydik onların mâhiyet ve şekillerini değiştirir, kendilerini oldukları yerde dondurup çivileyiverirdik de artık ne bir adım ileri gidebilir ne de geri dönebilirlerdi.Yüce Rabbimiz sözü âhiret sahnesinden yine dünya sahnesine getirerek, dünya yaşamının bir sınav yeri olarak tanzim edildiğine dikkat çeker. O, insanları sınav etmek için ihtiyaç duyulan tüm malzemeleri yaratmış ve tüm şartları hazırlamıştır. İnsana göz, kulak, kalp, akıl, irade ve algı vermiş, ona bir ekip imkânlar elde etmiş, onu canlı yada cansız öteki varlıklardan değişik yaratarak ona daha geniş bir hareket alanı çizmiştir. Eğer Tanrı, inkârları sebebiyle onların gözlerini büsbütün kör etseydi, hepsi mecburen imana koşarlardı. Gene onları inkâr ettikleri için insan şeklinden çıkarıp cansız bir taşa yada şaşkınlığından ne yapacağını bilmeyen bir hayvana çevirse ve onları oldukları yerde dondursaydı, ne ileri gitmeye güçleri yeter, ne de geri dönebilirlerdi. Tanrı Teâlâ bu tarz şeyleri hayata geçirmeye elbet kadirdir. Fakat bu şekilde yapsaydı imtihanın anlamı kalmazdı. Hâsılı Rabbimiz, insanı dar bir sınav salonuna mahkum etmeyerek, yeriyle göğüyle ve bunlar içindeki varlıklar ile tüm kâinatı sınav sahası olarak belirlemiştir. Bu bakımdan Tanrı’a kul olmak fazlaca faziletli bir durum olmakla beraber, kulluk imtihanı hakkaten ağırdır. Şu âyet-i kerîmeler bu açıdan dikkat çekicidir:
“Şüphesiz biz, insanların amel bakımından hangisinin daha güzel bulunduğunu deneyip ortaya çıkaralım diye yeryüzünde bulunan her şeyi ona mahsus bir zînet ve sınav için bir araç-gereç yaptık. Doğrusu biz, yeryüzünde bulunan her şeyi vakti erişince kupkuru bir toprak hâline getirmekteyiz.” (Kehf 18/7-8)
 “O ki, hanginizin daha güzel işler yapacağını tecrübe etmek için ölümü ve yaşamı yarattı. Kudreti dâima üstün gelen ve günahları fazlaca bağışlayan yalnız O’dur.” (Mülk 67/2)
Tanrı Teâlâ’nın, önceki âyetlerde bahsedilmiş olduğu suretiyle ister gözlerini tamamen kör etmek, ister başka bir varlığa çevirip hareket imkânını elinden almak şeklinde insan varlığına yönelik istediği her şeyi hayata geçirmeye güç yetirebileceğinin en güzel misali, gene insanoğlunun kendi hayatıdır:
Kime uzun yaşam verirsek onu yaratılışta baş aşağı çeviririz. Asla akıl erdirmiyorlar mı ki gidiş nereye?İnsan kendi yaratılışı, büyümesi, gelişmesi ve ihtiyarlaması üstünde tefekkür edecek olsa, üstünde nihâyetsiz bir kudret sahibinin dâimî olarak tutum ve faaliyette bulunduğunu ve buna müdahale etmenin mümkün olmadığını derhal anlayacaktır. Bu âyette hususiyle ihtiyarlık dönemimizi tefekkür etmemiz istenir. Ömrü uzamış yaşlı insanlara bakılmış olduğu vakit, yaratılışlarının baş aşağı edilmiş olduğu; bellerin büküldüğü, dişlerin döküldüğü, gözlerin görmez olduğu, kulakların duymaz olduğu, dilin dönmez olduğu, el ve ayakların enerjisini kaybedip tutamaz ve yürüyemez hale geldiği, kalbin sağlıklı atmadığı, midenin hazmetmediği görülür. Şâirin ifadesiyle:
“Güzeşte-hüsn olanın perçemi cemâlinde
Cenâze üzerine pûşîde Kâbe örtüsüdür.”  (Yüsrî)
“Güzellik çağı geçmiş olanların yüzlerine sarkan perçemler, içinde cenâze bulunan tabutun üzerine örtülmüş Kâbe örtüsüne benzer.”
Herhalde “ömrün en rezil periyodu” diye isimlendirilen bu hale kimse düşmek istemez; fakat düşüyoruz. Uyumamıza, uyanmamıza, günlerin geçmesine, kalbimizin atmasına ve kanımızın damarlarda akmasına engel olamadığımız şeklinde, ihtiyarlamamıza da engel olamıyoruz.
Şâir Ziyâ Paşa insanoğlunun bu içler acısı hâlini ne güzel dile getirir:
“Doğar elemle, geçer derd ile, ölür ğamla,
Bilinse âh nedendir, safâsı insanoğlunun?”
Hz. Mevlânâ da bir temsille ruh-beden ilişkisini anlatarak insanoğlunun fâniliğine şu şekilde dikkat çeker:
“Bahar mevsimi erişince, yeşillikler:
«- Biz kendiliğimizden yeşerdik, sevinçliyiz, gülüyoruz, pek güzeliz» derler. Yaz mevsimi onlara der ki:
«- Ey varlıklar, ben geçip gidince halinizi görürsünüz.»
Gövde de güzelliği ile övünür, nazlanır durur. Şu sebeple onda enerjisini kuvvetini, kolunu kanadını gizlemiştir. Rûh bedene seslenir de der ki:
«- Sen de kim oluyorsun? Ey süprüntü­lük, bir iki gün benim ışığımla dirilip yaşadın. Oysa işven, nazın cihana sığmıyor. Dur hele senden bir ayrılayım, halini o vakit gör. Ey güzel varlık, senin için yanıp tutuşanlar, sen ölünce çabucak senin mezarını kazarlar. Bir an ilkin seni evinden atarlar. Sonrasında, seni yılanlara, karıncalara besin olmak için toprağa gömerler. Sen hayatta iken, evinde, fazlaca kere senin önünde ölüme râzı olan yok mu? İşte o, cesedinin kirli kokusundan burnunu tıkar.»” (Mevlânâ, Mesnevî, 3265-3271. beyitler)
O halde insan, yolculuğun nereye bulunduğunu asla düşünmez mi? Nereden gelip nereye gittiğine asla akıl erdirmez mi? Birazcık düşünse onu yaratan Tanrı’ın kendisini başıboş bırakmadığını, yaratıp yaşattığı şeklinde öldürüp yine dirilteceğini ve sonsuz ceza yada mükâfat için onu hesaba çekeceğini anlamış olur.
İşte Kur’an, gaflet içinde boğulan insana bu gerçeği hatırlatmak için lütfedilmiştir:
Biz Peygamber’e şiir öğretmedik; bu ona yakışmaz da. Ona verdiğimiz sadece bir nasihat, bir irşat kitabıdır; maksatları belli, gerçeği açıklayan bir Kur’an’dır.Biz onu, kalben diri olanları uyarsın, kâfirler hakkında da deliller tamamlanıp ilâhî azap hükmü kesinleşsin diye indirmekteyiz.Bu şekilde bir öğrenek nazarıyla Kur’ân-ı Kerîm’e bakmış olduğu vakit onun, hangi mevzudan ne kadar doğru yada yanlış bahsetmiş olduğu bilinemeyen bir şiir olmadığını, tersine ilâhî hakikatleri açıklayan bir Tanrı kelâmı bulunduğunu farklıdır. Peygamber (s.a.s.)’in de, hangi vâdide gezdiği belli olmayan bir ozan değil (bk. Şuarâ 19/224-226), tersine insanları basîretle Tanrı yoluna çağıran hakiki bir rehber bulunduğunu görür. Hakkaten de Kur’ân- Kerîm’in hem söz hem de mâna itibariyle şiir olmadığı bellidir. Evvelâ Kur’ân’ın sözlerinde şiir sözünün vezin ve kâfiyesi yoktur. Mâna bakımından ise şiir, doğru olup olmadığına bakmaksızın hoşlandırmak yada tiksindirmek, coşturmak yada küstürmek şeklinde hisleri gıcıklayan hayalî kuruntulara, zannî kıyaslara ve hissî oyunlara aittir. Kur’ân ise Hakk’ın doğru yolunu gösteren hikmetler ve hükümler ile irfan nuru, kati inanç rehberi bir ilâhî yadigârdır. Fakat kâfirlerin birçokları onu bir şiir şeklinde düşünmek ve düşündürmekte ısrar ettikleri, böylece peygamberi bir ozan şeklinde tanıtmak istedikleri için, Peygamber’e şiir öğretilmediği ve ne peygamberlik makamına şairliğin, ne de Kur’ân’a şiir demenin münâsip olmadığı beyân edilir. Kur’ân-ı Kerîm, başka değil, sadece bir zikir, Tanrı tarafınca bir nasihat ve irşat kitabıdır. O, ibâdetlerde ve ibâdethanelerde okunup sevap kazanılabilecek, her türlü komut ve yasaklarına itaat edilmesi ihtiyaç duyulan Tanrı kelâmıdır. Kur’an, diri bir kalbe, selim bir akla ve tertemiz duygulara haiz kimseleri uyarıp onları gafletten uyandırır. Şu sebeple sadece bu şekilde aklı selim kişiler Kur’an’ın âyetlerine kulak verir ve onlardan etkilenir. Buna mukâbil gene Kur’an’ın inzârı karşısında direnme ve ısrar ile inkâra devam edenlerin aleyhine azap sözü kesinleşmiş olacaktır. Hâsılı Kur’an, sınav sahasında başarıya ulaşmış ile başarısızı, hidâyete erenle sapıklıkta kalanı, sonsuz rahmete erenle azaba mahkûm olanı birbirinden ayıran emsalsiz bir ayıraçtır. Kur’an’ın bu furkân vasfı kıyamete kadar devam edecek; tüm insanlığı tek Tanrı’a inanıp kulluk hayata geçirmeye çağıracaktır:
Görmezler mi ki bizzat ellerimizin yaptıklarından onlar için nice hayvanlar yarattık? Kendileri de bu hayvanlara kolayca haiz olmakta ve onları diledikleri şeklinde kullanabilmektedirler.Biz bu tarz şeyleri emirlerine boyun eğdirdik; bir kısmına binerler, bir kısmından da bölgeler.Bu hayvanlarda onlar için nice faydalar ve içecekleri sütler vardır. Hâlâ şükretmeyecekler mi?Böyleyken, sanki kendilerine bir yardımı dokunacakmış şeklinde, kalkıp Tanrı’tan başka ilâhlar edindiler.Oysa bu sözde ilâhların onlara yardım edecek güçleri yoktur. Aksine, aslolan kendileri onları korumakla görevli asker durumundalar.O halde Rasûlüm! Onların ileri geri konuşmaları sakın seni üzmesin. Biz onların gizlediklerini de biliriz, açığa vurduklarını da.Tanrı Teâlâ’nın insanlara lütfettiği önemli nimetlerden biri de hayvanlardır. Kuvvetli güçlü bu hayvanları onlara boyun eğdirmiş ve hizmetlerine âmâde kılmıştır. Üstlerine binerler, kesip etlerini bölgeler, sütlerini içerler, yünlerinden ve kıllarından elbise, halı ve kilim dokurlar. Hayvanlar onlara yaşamın pek fazlaca temel geçim imkânlarını sağlar. Fakat müşrik ve nankör kimseler, bu nimetlerin kadrini bilmez ve gereğince şükretmezler. Daha ötesi Tanrı’ı bırakıp, kendilerine hiçbir faydası dokunmayan varlıkları put edinirler. Şu akılsızlığa bakın ki, bizzat bakımını üstlendikleri, reklâmını yaptıkları, kendileri korumadıkları takdirde ayakta durmaları mümkün olmayan putları, bir ihtimal kendilerine yardım ederler diye tanrı ediniyorlar. Oysa onların yardım edemeyeceklerine, bizzat kendilerinin desteğe muhtaç olmaları delildir. Üstlerine sinek konsa onu kovamazlar. Üstlerine sürülen balı yada tatlıyı bir sinek yalamak istese ona da engel olamazlar. Artık bu şekilde gaflet içinde ve vurdumduymaz ahmakların hallerine üzülmenin ve bu cühelâ takımının ileri geri sarf ettikleri sözlerine kulak asıp mahzun olmanın gereği yoktur. Şu halde Resûlullah ve onun yolunu izleyen müminler bu şekilde aksi durumlardan müteessir olmamalı; dini bildiri, yaşama ve yaşatma yolundaki etkinlik ve hizmetlerini azimle sürdürmelidir.
Sadece bu hizmeti yürütürken hitap etmiş olduğu insanoğlunun, acziyetine ve cehâletine karşın şu pervasızlığını da asla gözardı etmemelidir:
İnsan asla dikkat edip düşünmez mi ki, biz onu bir damla sudan iyi mi yaratıyoruz? Böyleyken, o bizlere karşı yaman bir düşman kesiliveriyor!Kendi yaratılışını unutup, bizlere bir misâl getirmeye kalkışıyor da: “Şu çürümüş gitmiş kemikleri kim diriltecek?” diyor.De ki: “İlk kere onu yoktan kim yarattıysa, yine O diriltecek. O, her türlü yaratmayı hakkiyle bilendir.Bu âyetlerin inişiyle ilgili şu şekilde bir vaka nakledilir:
Öldükten sonrasında yine dirilmeyi inkâr eden Übey b. Halef, çürümüş bir kemik alıp elinde ufaladıktan sonrasında Resûlullah (s.a.s.)’e dönerek:
“- Tanrı’ın, bu çürümüş kemikleri yine dirilteceğine mi inanıyorsun?” demişti.
Resûl-i Ekrem (s.a.s.):
“Evet, seni öldükten sonrasında yine diriltecek ve cehenneme sokacak” diye yanıt verdi. Bu vaka üstüne bu âyetler nâzil oldu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXIII, 38)
Bir defasında Resûl-i Ekrem (s.a.s.), avucunu diliyle hafifçe ıslatıp işaret parmağıyla elindeki tükürük zerresini gösterdi ve şunları söylemiş oldu:
“Azîz ve Celîl olan Tanrı Teâlâ buyuruyor ki:
«- Ey Âdem oğlu! Ben seni şu şekilde bir şeyden yaratmışken, benim âciz olduğumu iyi mi söylersin?»”
Sonrasında Efendimiz eliyle boğazını göstererek Cenâb-ı Hakk’ın buyruğunu anlatmaya devam etti:
“«- Canın şuraya erişince, sadaka veriyorum dersin; o sırada sadaka vermenin ne faydası var?»” (İbn Mâce, Vesâyâ 4; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 210)
Evet, tüm bu cehâlet, gaflet ve inkârına karşın insanı değersiz, atılmış bir su olan meniden, sonrasında ondan süzülmüş bir öz olan nutfeden en güzel kıvamda bir varlık olarak yaratan; yaratılanları tüm özellikleriyle bilmiş olduğu şeklinde yaratmanın da her türünü bilen Tanrı Teâlâ, ölüleri elbet diriltmeye kafi gelecek gücün sahibidir. Varlıkları ilk kere yoktan var eden için, onları tekrardan yaratmak {hiç de} zor değildir. Âyet-i kerîmelerde  şu şekilde buyrulur:
“Tanrı, tüm varlıkları ilkin yoktan yaratan, sonrasında dünyada bu yaratmayı yine yine yineleyen ve âhirette her şeyi tekrardan yaratacak olandır. Bu yaratılışı tekrarlama ve son olarak tekrardan yaratma O’nun için fazlaca daha kolaydır. Göklerde ve yerde tecelli eden en yüce sıfatlar Tanrı’a aittir. O, kudreti dâima üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.” (Rûm 30/27)
“İyi de, bizi tekrardan hayata döndürecek kimmiş?” diyecekler. Sen de: «Sizi ilk kere yoktan yaratan diriltecek!» de.” (İsrâ 17/51)
Cenâb-ı Hakk’ın ölüleri diriltmesiyle ilgili Peygamberimiz (s.a.s.)’in önceki ümmetlerden naklederek anlattığı şu kıssa ne kadar ibretlidir:
“Bir adam yaşamaktan ümidini kesince ailesine şu şekilde vasiyet etti:
«- Ben ölünce çokça odun toplayıp yakın, cesedimi onun içine atın. Yanmış kemiklerimi iyice ezip un hâline getirin. Şiddetli rüzgârın estiği bigün onu denize savurun.»
Ailesi de onun dediklerini yapmış oldu. Tanrı Teâlâ, bu insanın zerrelerini bir araya getirdi ve ona:
«- Niçin bu şekilde yaptın?» diye sordu. Adam:
«- Senin azabından korktuğum için öyleki yaptım, yâ Rabbî!» diyince Cenâb-ı Hak onu bağışladı.” (Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Tevbe 27-28)
Sadece bu hadîs-i şeriften hareketle, bir kısım batıl inançlar gereği uygulanan cenazeleri yakma adetinin İslâm’ın cevaz verdiği bir durum olduğu zannedilmemelidir. Bir ihtimal önceki ümmetlerde olsa bile Muhammed ümmetine bu şekilde bir cevaz sözkonusu değildir. Ek olarak Efendimiz (a.s.)’ın bu kıssayı, Tanrı’ın azabının sertliğini belirtme bakımından bir darb-ı mesel olarak anlatmış olabilme ihtimali de vardır.
Cenâb-ı Hakk’ın ölüleri dirilteceğine dair ikinci kanıt, yeşil ağaçtan tutuşturduğumuz ateşin çıkmasıdır:
Yemyeşil ağaçtan sizin için ateş çıkaran O’dur. Siz de sadece bu sayede ateşinizi tutuşturmaktasınız.Ateşle yeşillik birbirine zıttır. Ateş kurutucu ve öldürücü iken, yeşillik yaştır ve canlılık eseridir. Normalde birinin olduğu yerde diğeri bulunmaz. Fakat Tanrı Teâlâ, sonsuz kudretiyle yeşil ağacın içine ateş çıkarma özelliği koymuştur. Hicazda bulunan marh ve afar ağaçlarından birer dal kesilip birbirine sürülünce çakmak şeklinde ateş çıkar. Çölde seyahat yapanlar bu dalları birbirine sürterek ateş yakarlar. Yeşilliğin tabiatına zıt bir şey verip ondan ateş çıkaran Tanrı, çürümüş kemiğe de, onun tabiatına zıt olan yaşamı verip diriltmeye kadirdir.
Âyet-i kerimede bir kısım bilimsel işaretler olduğu da ifade edilmektedir:
Bir yoruma gore âyet, bu iki ağacın yanısıra, petrole de işaret etmektedi. Bilinmiş olduğu şeklinde petrol, yeşil ağaçların, bitkilerin toprakta çürüdükten sonrasında geçirdikleri kimyevî istihaleler sonucu meydana gelmektedir. Petrolün arazide akmış olduğu ve halkın ondan ateş yaktığı tarihî bir gerçektir. (Ünal, s. 971)
Bir öteki bilimsel yorum da şudur: Ağaç ve ateş içinde fazlaca daha açık olan bir ilişki, oksijenle ilgilidir. Şu sebeple ateş sadece oksijenle var olur; oksijen ise ağaçlar tarafınca üretilir. Üstelik fotosentez yöntemiyle gerçekleşen bu üretim, ağacın yeşilliği ile de direkt ilgilidir. Dolayısıyla bizim tutuşturduğumuz her ateş de, yeşil ağaçtan çıkan oksijenle yanar. Sadece on sekizinci yüzyılın sonlarına kadar insanlığın ne oksijenden ne de onun yada ateşin bitkilerle ilişkisinden haberi vardı. (Kandemir ve ötekiler, II, 1533)
O halde düşünün bakalım:
Gökleri ve yeri yaratan Tanrı’ın, insanoğlu ölüp yok olduktan sonrasında onları aynı şekilde yaratmaya gücü yetmez mi? Normal olarak yeter! Şu sebeple O, her şeyi tam ve muhteşem bir halde yaratan, her şeyi hakkiyle bilendir.O, bir şeyin olmasını dilediğinde ona bir tek “Ol!” der; o da derhal oluverir.Her türlü kusurdan ve ortaktan uzaktır o Tanrı ki, her şeyin mutlak hâkimiyeti ve tasarrufu O’nun elindedir. Siz de sonunda O’na döndürüleceksiniz!
Yasin Suresi Anlamı ve Önemi Nedir?
Yasin Suresi “Ya” ve “Sin” harfleri ile başladığı için bu isim verilse de aslına bakarsak Ya-Sin harfleri surelerin başlangıcında bulunan mukataa harflerdendir. Bu harfler değişik anlamlara gelebilen, manaları kapalı harflerdir. Bu harflerin yorumu “Ey İnsan” olarak yapılmaktadır.
Peygamber Efendimiz bir hadisinde Yasin Suresi’nin, Kur’an-ı Kerim’in kalbi bulunduğunu belirtmektedir. Her kim nu sureyi okursa, kitabın tamamını on kez okunmuş şeklinde sevap işlemiş sayılacaktır, şeklinde nitelendirmiştir.
Yasin Suresi Kaç Ayet ve Ne Süre İndirildi?
Yasin Suresi toplamda 83 ayetten oluşmaktadır. Bu da 6 sayfa tutmaktadır. Peygamber Efendimizin Medine’ye hicret etmesinden ilkin Mekke’de indirilmiştir. Sure 22. ve 23. cüzlerinde bulunmaktadır ve 439. sayfadan başlayıp 444. sayfada son bulur.
Yasin Suresi Okumanın Yararları Nedir?
Peygamber Efendimiz, Yasin Suresi için “Kim, sevabını Tanrı’tan umarak geceleri Yasin suresi okursa, günahları bağışlanır” diye buyurmuştur. Öteki bir hadiste ise “Yasin-i Şerîfi her gece okuyan ve devam eden şahıs şehit olarak vefat eder” diye buyurmuştur.
Yasin Suresi genel olarak hasta insanların başlangıcında okunan bir suredir. Vefat eden insanların arkasından okunması da tavsiye edilmiştir. Bu sayede hasta kimselerin şifa bulacağı ve vefat edenlerin kabirlerinde bağışlanacağı müjdesi verilmiştir.
Yasin Suresi Abdestsiz Okunması mümkün mu?
Kur’an-ı Kerim’de belirtildiği şeklinde “Temizlenenlerden başkası el süremez” (Vakia 79.Ayet) ifadeleri geçmektedir. Şu demek oluyor ki Kur’an-ı Kerim’in abdest almadan okunmaması gerektiği açıkca belirtilmiştir. Yasin Suresi’de Kur’an-ı Kerim içinde yer almış olduğu için, zor bir durum içinde kalınmadığı müddetçe Aabdest alınarak okunmalıdır.
Yasin Suresi Hikmeti ve Sırları Nedir?
Yasin Suresi’nin murat, mağfiret ve şifa şeklinde hikmetleri bulunuyor. Hasta kimselerin şifa bulması için ya da eceli gelenlerin huzura ulaşması için okunuyor. Kişinin eceli gelmiş ise cennetten Rıdvan isminde bir melek geliyor ve hasta hiç kimseye aden şerbetinden içiriyor. Böylece eceli gelen şahıs son nefesini acı duymadan veriyor. Vefat efen şahıs kabrine girmeden susuzluğu giderilmiş oluyor.
Yasin Suresi Ne Süre ve Niçin Okunmalıdır?
Yasin Suresi’ni bilhassa gece ve gündüz erken vakitte okumak sünnet olarak nitelendirilmektedir. Peygamber Efendimiz bu sureyi hem gece hem de gündüz erken vakitlerde okumanın ayrı sevapları olacağını müjdelemiştir.
Tüm günahlarından arınmak isteyen kimseler her gece, ihtiyaçlarının giderilmesini ve dileklerini belirtmek istenler gündüz erken vakitlerde Yasin Suresi’ni okuyabilmektedir. Cuma geceleri ve gündüz vakitlerinde de Yasin okumak fazlaca faziletlidir.
Gene Cuma günlerinde gömüt ziyaretleri edilip odada Yasin okumak ve ölmüşlerimizin günahlarının bağışlanmasını istemek hem de bu sayede mezarda yatan ölülerin sayısı kadar sevap kazanmak için de okunabilmektedir.
Yasin Suresi Ne Konu alıyor?
Yasin Suresi’nde Peygamberlerin var bulunduğunu ve Tanrı tarafınca görevlendirildiğini ispatlamaktadır. Ek olarak Peygamber Efendimizin de Tanrı’ın görevlendirdiği bir peygamber bulunduğunu açıkça vurgulanıyor. Bu ispatlar anlatılırken geçmişteki peygamberlerden ve kavimlerden örnekler veriliyor. O kabilelerin peygamberlerini yalanlayıp iyi mi helak olduklarından bahsediliyor. Tanrı’ı görmedikleri halde inanan insanları bekleyen sevaplardan, nimetlerden ve müjdelerden bahsediliyor.
Ayetel Kürsi okunuşu ve Türkçe anlamı: Ayet-el Kürsi Arapça yazılışı ve Diyanet meali! Ayetel Kürsi duası ile ilgili bilgiler!

Son Dakika Haberler